İnsanlığın dünyamızda baskın güç olduğu bir dönemdeyiz. Ortaya konulan imalatlar yeryüzündeki canlı kütleyi aşmış bulunuyor. Bu durum çevre ve doğamız üzerinde ciddi baskılar oluşturuyor. Esasında doğada bir denge var, bir özdenetim mekanizması var. Oluşan bir düzensizliği, bir kirlenmeyi kendi içerisinde çözerek onun üstesinden gelebiliyor. Ancak belli bir eşik değerin aşılması durumunda dengenin tekrar tesis edilmesi için dışsal bir etki gerekiyor. Vücudumuz gibi düşünebiliriz. Ne zamanki yabancı bir cisim vücudumuza girerse, savunma sistemimiz hemen devreye girerek mücadele eder ve olumsuzluğu giderir. Ancak yabancı cismin yoğunluğunun artması durumunda savunma yetersiz gelebiliyor, bu durumda tamir için dışarıdan bir destekle tedaviye ihtiyaç duyuyoruz.
Dünyamızda da aynı yapı var. Her ne kadar canlı ve cansız varlıklar diye bir ayrım yapıyor olsak da esasında gezegenimizi bir bütün olarak ele aldığımızda yaşayan bir organizma olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla var olan denge bozulduğunda kendi imkanlarıyla onu tamir etmeye, düzeltmeye çalışır Dünyamız. Ancak geldiğimiz noktada tamir edilemez sorunların giderek arttığını görüyoruz.
Bilim insanlarına göre jeolojik olarak Holosen’den sonra yeni bir çağa girmiş bulunuyoruz. Yaklaşık 300 yıl önce başlayan ve Antroposen olarak anılan çağa “İnsan Çağı” adı veriliyor. Önceki dönemlerde doğanın insan ile dengeli bir durumu söz konusu iken Antroposen ile başlayan dönemde insanın doğa üzerinde bir hakimiyeti oluşmuş ve günümüzde de etkilerini gördüğümüz “geri döndürülemez” zararlara yol açtı.
IPCC’den uyarı var
1,5 yıldır dünya gündemini meşgul eden COVID-19 salgını, iklim, su ve gıda krizleri gibi felaketler de esasında bu durumun doğal bir sonucu. Bunlar arasında yer alan en tehlikeli sorun ise hiç kuşkusuz iklim değişikliği. Bu konuda yapılan sayısız çalışma var. Bu çalışmaların en önemlileri ise Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) tarafından gerçekleştiriliyor.
IPCC, 1988 yılında Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) ve BM Çevre Programı (UNEP) iş birliği ile kuruldu. Temel amacı ise karar vericilere iklim politikalarının geliştirilmesine yönelik bilimsel tabanlı altlık oluşturmak. IPCC’de birçok ülkeden farklı uzmanlıklarda yüzlerce bilim insanı görev alıyor. Her 6-7 yılda bir de Değerlendirme Raporu yayınlıyor. Halihazırda Altıncı Değerlendirme Raporu hazırlıkları devam ediyor. Rapor hazırlıkları sürecinde birtakım alt çalışma grupları kuruluyor. İklim Değişikliğinin bilimsel verilerle desteklenmesi, etkileri ve azaltım gibi alanlar özelinde çalışmalar bu gruplar eliyle yürütülüyor.
Bu çalışmalar devam ederken geçtiğimiz günlerde kamuoyuna bomba gibi bir haber düştü. Fransız Haber Ajansı AFP’de yer alan haber bu çalışma gruplarından birisi olan II nolu Çalışma Grubuna -ki “İklim Değişikliğinin Etkileri, Uyum ve Kırılganlık” alanında faaliyet gösteren grubu- ait Rapor taslağının ele geçirildiği bilgisi paylaşıldı. Haber dünya kamuoyunda büyük yankılar oluşturdu. Zira Raporda yer verilen iklim değişikliğinin beklenen etkileri tüyler ürpertici nitelikte. Ancak IPCC tarafından son şekli verilirken genelde bu önemli etkilerin göz ardı edilerek nihai raporlara ve yönetici özetlerine dahil edilmediği gerekçesiyle eleştiriliyordu. Bu raporun bu şekilde çıkmaması halinde de bu eleştirilerin haklılığı ortaya çıkacak.
Nihai Rapor “GEÇ” olacak
IPCC tarafından çok önceden VI. Değerlendirme Raporunu Şubat 2022’de kamuoyu ile paylaşılacağı bilgisi verildi. Ancak bu tarihin çok geç olacağı yönündeki eleştiriler hiç de haksız değil. Zira 2015 yılında yürürlüğe giren ve 2020 yılı sonrası iklim rejimi yol haritasını belirleyecek Paris Anlaşmasının resmi olarak yürürlüğe girişi sonrasındaki ilk BM iklim Değişikliği Taraflar Toplantısı bu sene sonunda, Kasım ayında Birleşik Krallık ev sahipliğinde Glasgow’da yapılacak.
BM Genel Sekreteri Sayın Guterres’in birçok konuşmalarında yer verdiği üzere Paris Anlaşması ile hedeflenen 2050 yılına kadar küresel sıcaklık artışının +2 C derecenin altında, hatta mümkün olması halinde +1,5 C derecede tutulması için 2030 yılına kadar küresel seragazı emisyonlarının en az %45 oranında azaltılması, 2050 yılında ise net sıfır emisyon değerine ulaşılması gerekiyor.
Trump döneminde Paris Anlaşmasından çekildiğini beyan eden ve tarihsel açıdan en büyük sorumluluğa sahip olan ABD’nin yeni Başkan Sayın Biden ile Anlaşmaya tekrar dahil olması memnuniyetle karşılandı. Bununla da yetinmeyen ABD, 22 Nisan’da Paris Anlaşmasının ve Dünya Gününün yıl döneminde düzenlediği İklim Liderler Zirvesi ile daha iddialı azaltım hedeflerinin belirlenmesine ön ayak oldu. Bir nebze olsa da başarılı da oldular aslında. Başta ABD olmak üzere Kanada, Japonya, AB, Birleşik Krallık gibi küresel emisyonlarda büyük paya sahip birçok devlet yeni hedeflerini (NDC) sundular.
Ancak hala yeterli değil bu. Nitekim bu yeni azaltım taahhütleri İklim Eylem Takibi (Climate Action Tracker) tarafından ele alındı ve yapılan değerlendirmelerde oransal açıdan ancak %12-14 değerinde bir azaltım sunabildiği görüldü. Dolayısı ile daha katı ve somut eylemlerin hayata geçmesi gerekiyor. COP26-Glasgow bu açıdan oldukça umut bağlanan bir Konferans. Haliyle de iklim değişikliğinin yıkıcı etkilerini açıkça ele alması beklenen IPCC Raporunun COP26 öncesi yayınlanmayacak olması bir hayal kırıklığına yol açıyor.
En kötüsü hala gelmedi
Haberde yer verilen bilgilere göre Taslak Raporun iklim değişikliğinin Dünyamızı nasıl alt üst ettiğine dair en kapsamlı rapor olma niteliği taşıyor. Yaklaşık 4.000 sayfadan oluşan çalışmada dikkat çeken husus ise en kötünün hala gelmediğine dair vurgu. Ancak tehlike arz eden eşik değerlerin öngörülenden daha yakın olduğu da ayrıca belirtiliyor.
Taslak Rapor, iklim değişikliğinin bizlere kıyasla gelecek kuşaklarımızı, evlat ve torunlarımızı çok daha ağır etkileyeceği söylenirken küresel ısınmaya en az neden olan ulusların ne yazık ki iklim değişikliğinden de en çok etkilendiğini gözler önüne seriyor.
Dost bildiklerimiz “DÜŞMAN” oluyor
Raporda seragazı salımlarının sürekli artış göstermesi, orman ve okyanus gibi yutak alanları işlevsiz kıldığı, sonuçta da iklim değişikliği ile mücadelede aynı safta yer aldığımız bu dostlarımızın artık iklim değişikliğine yol açan tarafa geçtiği ifade ediliyor.
Hatırlanacağı üzere COVID-19 pandemisinin adeta ablukaya aldığı 2020 yılında Dünyamızda ulaşım ve üretim faaliyetleri başta olmak üzere adeta durağanlık oluştu. Bu süreçte ülkemizin yıllık ulusal seragazı emisyonlarının yaklaşık 5 katına eşdeğer 2,4 milyar tonluk azaltım sağlandı. Oransal bazda %7 olarak gerçekleşen bu değer kayıtlara tarihteki en büyük sera gazı emisyon düşüşü olarak geçti. Ancak buna karşın atmosferdeki karbondioksit konsantrasyonu artmaya devam etti. ABD Ulusal Atmosfer ve Okyanus İdaresi (NOAA) değerlendirmelerine göre ekonomik büyümenin yavaşladığı 2020 yılında karbondioksit yoğunluğunda bir önceki yıla kıyasla 2,6 ppm düzeyinde bir artış görüldü.
Çünkü atmosferin kendi özdenetimi kapsamındaki eşik değerlere varıldı. Yutak alanların işlevselliği azalıyor. Artan CO2 yoğunluğu büyük yutak alanlardan biri olan okyanuslardaki asitleşmeyi artırıyor. Küresel sıcaklık artışı da bu durumu daha da ilerletiyor. Sonuçta belli doygunluğa ulaşılınca daha fazla CO2 yutulamadığı gibi bu alanlar CO2 salan kaynaklara dönüşüyor. Keza Amazonlarda yaşanan yangınlar ve kıyımlar, sağlanan faydadan ziyade artık kendileri emisyon salan birer kaynağa dönüşüyor.
İşte raporda vurgulanmak istenen de bu. Bir zamanlar önemli birer yutak olan ve iklim değişikliği ile mücadelede yanımızda yer alan müttefik kuvvetlerimiz artık düşman safında yer alıyor. İklim değişikliğine yol açan, buna neden olan kaynaklara dönüşmüş oldukları belirtiliyor.
Ama “İNSAN” bunu yapamaz
Raporda dikkat çekilen diğer bir husus da uyuma yönelik. Tüyler ürpertici ifade şu şekilde yer alıyor. İklim değişikliği ile gelen değişime dünya üzerindeki yaşam yeni türler ve ekosistemler oluşturarak uyum sağlayabilir. Ancak insan bunu yapamaz. Farklı bir türe dönüşemez.
Rapora göre küresel sıcaklık artışı, sanayi öncesi döneme kıyasla +1,1 C derece aşılmış durumda. Bu sonucun halihazırda iklimin değişmekte olduğunu göstermeye yeterli olduğu yorumlanıyor. 10 yıl öncesinde bilim insanlarının küresel sıcaklık artışını +2 C derece ile sınırlandırmanın gelecek açısından güvenli olduğuna inanılıyordu. Nitekim bu husus Paris Anlaşması ile de adeta tescillendi. Anlaşmanın hedefinin de bu itibarla 2050 yılına kadar küresel sıcaklık artışını sanayi öncesi döneme kıyasla +2 C ve de mümkünse +1,5 C derece olarak belirlendiği ifade ediliyor. Ancak Taslak Rapora göre ise şu andaki trend çerçevesinde en iyi ihtimalle küresel sıcaklık artışının +3 C dereceye doğru gittiği vurgulanıyor.
“Geri Döndürülemez” sonuçlara doğru
Önceki dönemlerde yapılan iklim modellemelerinde dünyayı değiştiren iklim değişikliğinin 2100 yılından önce olmayabileceği tahmin ediliyordu. Ancak Taslak Raporda, Paris’in temel hedefi olan +1,5 C derecenin üzerinde bile devam eden sürekli ısınmanın “ileri derecede ciddi, yüzyıllarca süren ve bazı durumlarda geri döndürülemez sonuçlar” doğurabileceği vurgulanıyor.
27 Mayısta Dünya Meteoroloji Örgütü tarafından yapılan ve 2026 yılına kadar %40 ihtimal dahilinde, sanayi öncesi döneme kıyasla +1,5 C eşik değerin en az herhangi bir yılda geçilebileceği öngörüsü de Raporda yer aldı.
Domino etkisi
Artan küresel sıcaklığın belli bir değere ulaşması halinde bir domino etkisiyle bir çok etki oluşturabileceği vurgusu da oldukça dikkat çeken ayrıntılardan biri. Örneğin kutuplardaki donmuş topraklar çözülebilir. Bu esnada da son derece etkili bir seragazı olan metan salımı yapar. Bu da küresel sıcaklıkların daha da artırabilecek bir unsur.
Yine karadaki buzulların erimesi de karbon emisyonlarının hızla düşürülse dahi geri döndürülemez bir etki. Sonuçta da deniz suyu seviyesinde yükselmeye yol açar. Yine amazon yağmur ormanlarının ani bir değişimle savana dönüşmesi ki birçok bilim insanı düşük değerdeki bir sıcaklık artışının da bunu hızla tetikleyebileceği belirtiliyor.
+1,5 C derecelik artışta bile birçok organizmanın değişen koşullara uyumda sorunlar yaşayacağı belirtildi. 500 milyon dolaylarındaki nüfusunun temel yaşam kaynağı olan mercan kayalıklar bunlardan birisi. Sıcaklık artışının tetiklediği buzul erimeleri kültürlerin de yok olmasına neden olacak. Arktik bölgesindeki yerel halk, sürekli rekor kıran sıcaklıkların gölgesinde bu tehdidi en çok yaşayan gruplardan biri olarak karşımızda duruyor.
Su ve gıda krizleri derinleşecek
Anılan Raporda, yakın geçmişte yine iklim krizinin etkileri ile Orta Amerika ve Afrika’da yaşayan yaklaşık 166 milyon nüfusa iklim değişikliği kaynaklı gıda desteği sunulduğu bu sayının da önümüzdeki 30 yılda katlanarak artacağı bilgisine yer veriliyor. Bu noktada 2050 yılına kadar on milyonlarca ilave insanın kronik açlık ile karşı karşıya kalacağı, eşitsizliğin giderek derinleşmesi halinde ise sadece 10 yıl içerisinde 130 milyon kişinin daha aşırı yoksulluk yaşayacağı ifade ediliyor.
Yine, 2050 yılına kadar dünya genelinde 8 ila 80 milyon kişinin daha açlık riskiyle karşı karşıya kalması bekleniyor. Keza halihazırda büyük bir sorun olan ve yetersiz beslenmenin yol açtığı bodurluk kervanına ne yazık ki 1,4 milyon ilave Afrikalı çocuğun daha dahil olacağı değerlendirmeler arasında.
Sıcaklık artışının tetiklediği diğer bir sorun da kuraklık. Küresel sıcaklık artışının +1,5 C olması halinde kentsel alanlarda yaşayan 350 milyon kişinin daha kuraklık nedeniyle su kıtlığına maruz kalacağı değerlendiriliyor. Söz konusu artışın +1,5 C yerine +2 C olması, diğer bir ifade ile yarım derecelik artış halinde ise kentsel alanlarda kuraklıktan etkilenecek nüfusun 60 milyon artışla 410 milyona çıkması beklenirken, sıcaklığın tetiklediği ısı dalgalarına maruz kalacak kişi sayısının da 420 milyon artması bekleniyor.
Rapora göre iklim değişikliği ile birlikte gıda üretimi de olumsuz etkileniyor. Son 30 yılda mahsul üretiminde %4 ila %10 arasında bir azalmanın oluştuğu belirtiliyor. Önemli protein kaynaklarından biri olan balık popülasyonunda ciddi bir azalmanın oluştuğuna dair bulgulara da yer verildi. Bu kapsamda 1930-2010 arasında maksimum sürdürülebilir balık hasadında (nüfusun tamamen bitirilmeksizin uzun süre avlanabilen balık miktarı) küresel bazda %4,1 azalmanın olduğu belirtilen Raporda, bu değerin bazı bölgelerde %15 ila 35 kadar çıktığı da vurgulanıyor. Yüksek emisyon senaryosunda ise tropik bölgelerde deniz balıkçılığı kapsamındaki avlama potansiyelinde %40 ila %70 arasında bir düşüşün olması beklenen etkiler arasında.
Buzul erimesi de “Geri Döndürülemez Nokta”
Raporun üzerinde durduğu diğer bir husus da geri dönülemez etkilerin oluştuğu eşiklerden biri olan buzulların erimesi. Son 40 yılda Arktik Denizi yaz deniz buzlarının %25 azaldığı belirtiliyor. 2 milyon km2’lik alanı kaplayan bu buzul tabakasına ait alan ülkemiz yüzölçümünün yaklaşık 3 katı kadar. +2 C derecelik sıcaklık artışı halinde Grönland ve Batı Antarktika üzerindeki buzulların da erimesi öngörülüyor ki bu değer okyanusların en az 13 metre yükselmesi anlamı taşıyor. Bu durum birçok ülkenin sulara gömülmesi anlamını taşıyor.
Diğer bir dönüm noktası ise Sibirya’daki donmuş toprakların çözülmesi. Bu durumun gerçekleşmesi halinde donmuş alanlarda hapsedilen milyarlarca ton karbon atmosfere salınarak küresel ısınmanın daha da artmasına yol açacak. Deniz suyu sıcaklığında da ciddi artışların yaşandığına değinilen Raporda, 1925 yılından bu yana denizel ısı dalgaların %34 artarken, %17 oranında da daha uzun sürdüğüne dikkat çekiliyor.
Taslağa göre daha yakın bir gelecekte aralarında Akdeniz, Güneydoğu Asya, Orta Çin, Doğu Brezilya ile kıyı şeritleri gibi alanlarda eş zamanlı kuraklık, ısı dalgaları, fırtınalar, orman yangınları, seller gibi çoklu (birden çok) iklim felaketiyle karşılaşması bekleniyor.
Türlerin yok oluşu “1000 KAT” daha hızlı
Rapora göre iklim değişikliği türleri çok daha hızlı yok ediyor. Öyle ki, Antroposen (İnsan) Çağı öncesine göre 1000 kat daha hızlı. Sıcaklık artışının +1,5 C derece olması durumunda dünya mercan resiflerinin %70-90’ının öleceği, artışın +2C/+3C derede olması halinde ise kara ve deniz canlı türlerinin en az %54’ünün bu yüzyılda yok olması kuvvetle muhtemel.
Tatlısu balıkçılığında iklim değişikliği etkisi ile 2075 yılına kadar yerel biyoçeşitliliği %75 oranında azaltabilir. Deniz suyu seviyesi yükselmesi ile Akdeniz üreme alanındaki yeşil deniz kaplumbağaların %59, Caretta Carettaların ise %67’sinin yok olması riski var.
İklim değişikliğinin bulaşıcı hastalıkları daha da arttıracağı öngörülen Raporda, özellikle de Yüksek Emisyon Senaryoları durumunda 2,25 milyar ilave kişinin dang humması tehdidi ile karşı karşıya kalmasına yol açacak. Bununla birlikte 2050 itibariyle dünya nüfusunun yarısının sarı humma ve zika virüsü gibi vektör tabanlı hastalık riski altında olacağı uyarılar arasında bulunuyor.
Sıcaklar CAN yakacak
İklim değişikliğinin en bariz göstergesi hiç kuşkusuz artan küresel sıcaklıklar. Bu durum bir çok doğal sistemin dengesini de bozmuş durumda. Bir yandan artan yağışlar ve neden olduğu sel ve taşkın gibi felaketler yaşanırken bir yandan da kuraklıklar. Yükselen sıcaklık ve kuraklık yangın sezonlarını uzatırken yanabilen alanlarda da 2 kat artışa yol açıyor. +2 C derecelik ısınmada, Brezilya doğal alanlarındaki ağır kuraklığın 4 kat artması bekleniyor.
1996-2015 arasında Sibirya boyunca yanan alanın 9 kat arttığına işaret çekilen Raporda, Yüksek Emisyon Senaryosuna göre Amazonların bir meraya dönüşebileceği vurgulanıyor. Bu da karbon yutan alanların artık yeni bir karbon üreten yapıya dönüşmesi anlamı taşıyor.
Sıcaklık artışı ile birlikte yoğunluğu artan yağışlar sel ve taşkınlar ile birlikte hayatı olumsuz etkilemeye devam ediyor. Rapora göre küresel sıcaklık artışının +1,5 C derece olması durumunda oluşan sellerden etkilenen kişi sayısında Brezilya, Arjantin ve Kolombiya gibi ülkelerde %100 ile %200, Ekvator’da %300, Peru’da %400 artış görülmesi bekleniyor. Sıcaklık artışının +20C derece olması halinde 400 milyon kentsel nüfusun aşırı kuraklık sonucu su kıtlığı yaşaması kaçınılmaz görünüyor.
Sıcaklık artışının diğer bir etkisi ise sıcak hava dalgaları. Artışın +1,5 C dereceden +2 C dereceye çıkması halinde 420 milyon ilave kişinin daha sıcak hava dalgalarına maruz kalması bekleniyor. Bununla birlikte milyonlarca Sahraaltı Afrika ve Güney Asya şehir sakininin 2080 yılına kadar yılda en az 30 gün ölümcül sıcağa maruz kalacağı ifade ediliyor.
Sıcaklık artışı beraberinde iş gücünde de kayba yol açacak. Öyle ki, 2100 yılına doğru bazı yerlerde yıllık bazda 250 iş günü kaybının yaşanması Raporda yer verilen tahminler arasında bulunuyor.
İklim göçleri çoğalacak
İklim değişikliğinin en büyük etkilerinden birisi de göçler olacak. Kuraklık, aşırı yağışlar, deniz seviyelerindeki yükselmeler beraberinde yer değişimlerini tetikleyecek. Rapora göre 2008’den bu yana ortalama 128 milyon kişi sel, fırtına gibi afetler dolayısıyla yer değiştirdi. Önümüzdeki 30 yıl içerisinde iç göçlerde 6 kat artış yaşanması bekleniyor. Sıcaklık artışının +2,7 C derece olması durumunda 180 milyon Amerikalının su stresi yaşayacağı belirtiliyor.
İklim değişikliğinden en çok etkilenen alanlardan birisi de kıyı kentleri. 2050 yılında kıyı kentlerinde yaşayan yüz milyonlarca kişinin taşkın, sel ve deniz seviyelerindeki artış nedeniyle daha sık fırtınalara maruz kalacağı öngörülüyor. Sıcaklık artışının hedeflenen +2 C dereceden fazla artması halinde ise Afrika gibi kimi bölgelerde yıllık bazda ilave on milyarlarca $ uyum bedeli oluşacak. Bu gelişmeler aynı zamanda bölgeler ve kıtalararası göçleri de artıracak bir unsur.
Görüldüğü üzere iklim değişikliği salt bir çevre sorunu değildir. COVID-19 salgını gibi bir hadise. Nasıl ki salgın sanayi üretimini, ekonomiyi, ulaşımı, turizmi, eğitimi de olumsuz etkiliyorsa aynı şekilde iklim değişikliği de çok yönlü etki oluşturan bir nevi kalkınma meselesi.
Dönüşüm ve değişim zamanı
Dünyamız büyük bir tehdit altında. Üzerindeki baskıya karşı da bir tepki oluşturuyor. Artan yağışlar, sıcaklar, deniz salyası vs çok sayıda sorunlarla karşı karşıyayız. Bedelini ise hep birlikte yaşıyoruz. Yakın zamanda Marmara’da görülen deniz salyası hadisesinin daha ileri boyutlara taşınması da muhtemel. Zira deniz suyu sıcaklığındaki yükseliş yeni şartlara uyum sağlayacak daha güçlü türlerin gelişmesine ve çoğalmasına kapı aralayacak. Bu durum müsilaj ve alg patlaması gibi mavi vatan denizlerimize zarar veren daha etkili fitoplanktonların çoğalmasına zemin hazırlayabileceğini de hatırda tutmalıyız.
Halihazırda hayatımızı sınırlayan salgına çare olacak aşılar geliştirdik. Ancak İklim değişikliğinin bir aşısı yok. Üstelik her an yanı başımızda bekleyen bu tehdit öyle bir raddeye gelmiş durumdaki kısa vadeli çözümlerin etki yapmayacağı aşikar. Ancak çözümsüz bir durum da yok. Sayın Guterres’in de sıklıkla dile getirdiği karbonun fiyatlandırmak gibi.
Ancak dahası da gerekiyor. Çözüm için dönüşüm ve değişim gerekli. Düşük karbon ve su ayak izine sahip yeni yaşam tarzları, iş modellerine, tüketim ve üretim alışkanlıklarına geçiş gerekiyor. Bitkisel kaynaklı beslenme geçişi gibi ki 2050 yılına kadar gıda bazlı emisyonların %70 azalması anlamını taşır.
Etkili çözüm için her seviyede, her ölçekte alışkanlıkların, süreçlerin değiştirilmesi lazım. Bireyler, toplumlar, iş dünyası, kurumlar ve hükümetler seviyesinde. Dolayısıyla Yaşam ve tüketim tarzlarımızı yeniden tanımlamamız gerekiyor. Evet, çözüm için değişim ve dönüşüm şart. O güç ve irade hepimizde var.