İnsanlık var olduğu günden bu yana tek yaşam kaynağımız mavi gezegenin müdavimleri hayvanlarla etkileşim halinde olmuştur. Doğal dengenin sağlanmasında etkin rol oynayan hayvanların aynı zamanda bizler için de sayısız fayda sundukları inkar edilemez bir gerçektir. Günümüzde olduğu gibi hayvanların gücünden, sundukları besinlerden hala istifade ediyoruz. Birçok Türk Devleti bayrak simgesi olan hayvan figürü kullanması da bu zaviyeden önem arz ediyor.
Bu düşünce ile hareket eden ve tarihe yön veren nice atalarımız yaşadığımız coğrafyalarda kültüre, çevreye, tabiata her zaman saygı göstermiştir. Bu yönüyle biz Türkler doğanın sadece biz insanların değil; tüm canlıların ortak yaşam alanı olduğu bilinciyle hareket etmiş bir millet olduk. Birçok coğrafyanın karanlık çağı yaşarken çevremizin, nebatat ve Yaradanın sessiz kulları olarak nitelendirdiğimiz hayvanların korunmasına, onların bir ölçü, bir mizan dâhilinde kullanılmalarına dair fermanlar yayınlamış, ölçülülük dahilinde nebatattan ve hayvanattan istifade yolunu gözettik.
Aslında hayvanlar doğal ortamlarında özgürce yaşamak ister. Ancak küçükbaş, büyükbaş ve kümes hayvanları gibi hayvanlar insanlarla birlikte olmayı yadırgamaz. Zarar gelmediği sürece yaban hayatın birçok sakini insanlarla rahatlıkla ortak yaşam sürebilir. Japonya’nın Osaka şehrinde ceylanların varlığı, Tayland’ın sokaklarında cirit atan maymunlar gibi.
Bir de tarih boyunca insanlarla iç içe olmuş ve günümüzde sokak hayvanları olarak adlandırılan kedi, köpek gibi hayvanlar var. Kırsal alanlarda geniş yaşam alanları bulmaları sebebiyle nispeten daha rahat bir yaşam süren bu hayvanlar gerek aşırı yapılaşma gerekse de trafik yoğunluğuna bağlı olarak olarak şehir yaşamında zorluklarla karşılabiliyorlar.
Fıtratları gereği köpekler korumacı bir yapı sergilerler. Bu nedenle her ne kadar bir yere ait olmayan sokak hayvanı olarak adlandırılsa da, bulundukları binaları adeta bir bekçi gibi koruduklarına çoğu kez şahit oluyoruz. Keza kırsalda zaten bu görevi ustaca yerine getirmekte, otlatma gibi hayvan bakım işlerinde dış tehlikelere karşı çobanların en büyük destekçisi rolünü göstermektedir. Sadakatlari ile bilinen köpekler esasında sahiplenildiği, kendisini bir yere ait hissettiği durumlarda sadakatlerinden taviz vermezler. Yedi uyuyanlar olarak bilinen Ashab-ı Kehf’in köpeği Kıtmir hadisesi bunun bariz örnekleri arasında gösterilebilir.
Atalarımızın gözünde hayvanlar
Bir zamanlar Avrupa’da hayvanların zevk uğruna toplu itlaf edilirken şanlı ecdadımızın aynı dönemde hayvan haklarına riayet ettiği, onlara hastane ve bakım evleri kurduklarını görüyoruz.
Atalarımızın bu düşünce ile hareket ettikleri, hayvanların korunmasında hassas olduklarını görüyoruz. Hatta bazı Türk Devletlerinin bayraklarında hayvan figürleri kullandıklarına şahit oluyoruz. Cihan Devleti Osmanlı da ise hayvan haklarına dair güzel örneklere rastlıyoruz. Sultan Mehmet Han’ın fermanıyla cami ve diğer kamu binalarına kuş köşklerinin (aşiyan) yapılması, yabani veya sahipsiz hayvanlar için temiz içme suyu yalaklarının yaptırılması bazı uygulama örnekleri olarak gösterilebilir.
Aynı şekilde, yük taşımacılığında kullanılan hayvanlar için getirilen düzenlemeler de takdire şayan; bu noktada haddinden fazla yük taşınması yasaklanmış, bununla birlikte haftada bir gün hayvanların dinlenmesi için izin verilmesi kararı alınmıştı. Yine, yaşı veya diğer sebepler dolayısı ile emekli edilen hayvanların bakımı için de bir çiftlik kurulmuştu. Saydığımız tüm bu hususlar 500 yıl öncesinde, onbeşinci ve onaltıncı yüzyılda vuku bulan hadiseler.
Aynı dönemlerde karanlık çağı yaşayan Fransa, Belçika gibi Avrupa ülkelerinde ise bu hayvanların toplu itlafı, diri diri yakılarak katledildiği sözde eğlenceler düzenlenmekteydi. Gerçi modern Avrupa’da yine zevk uğruna her yıl acılara gark edilen Boğalar, kan gölüne dönüştürülen denizlerde yaşanan balina ve yunus katliamları ne yazık ki devam ediyor.
Osmanlılarda hayvanlara gösterilen hürmetin bir diğer göstergesi ise günümüzde unutulmaya yüz tutmuş güzel bir uygulama olan mancacılıktan bahsedebiliriz. Kedi-köpek gibi sokak hayvanlarına yiyecek verilmesi için çalışan kişilere mancacı denirdi. Bu bir meslekti adeta. Dileyen hayvan severler maddi destek sunarken, dileyen de yiyeceği kendisi satın alır ve beslerdi bu hayvanları. Dünyaya örnek diğer bir uygulama ise mevsim geçişlerine rağmen geri dönemeyen ve yardıma muhtaç leylekler için yapılan hastane olarak karşımıza çıkıyor. Gurabahane-i Laklakan, nam-ı diğer; Düşkün Leylekler Evi olarak anılan ve Bursa’da inşa edilen bu leylek hastanesi dünyadaki İLK hayvan hastanesi olarak biliniyor. 2010 yılında restore edilerek tekrar hizmete alınması da sevindirici olmuştur.
Batılılaşma süreci ve Hayırsız ada Vakası
Geçmiş dönemde de şu an mevzubahis edilen Avrupa’daki uygulamalar hayata geçirildi. Batılılaşma süreci olarak anılan dönemde İstanbul’da başıboş görülen köpekler toplatılarak uzaklaştırıldı. Bir süre devam eden uygulama akabinde iptal edildi. Büyük Sultan 2. Abdülhamid Han ise hükümranlığı döneminde farklı bir yol izledi. Sokak hayvanlarındaki en büyük risk olan kuduz ile mücadele yolu benimsendi. Aynı dönemde Pasteur tarafından yürütülen çalışmalar yakından izlendi ve çalışmaların geliştirilmesi ve seri üretime geçilebilmesi için maddi destekler verildi. Bununla birlikte İstanbul’da yapımı 2 yıl süren ve dünyadaki üçüncü Kuduz Enstitüsü (Darül-Kelb) kuruldu. Ayrıca, yetiştirilmek üzere bazı hekimlerimiz yurtdışına gönderildi.
Büyük Sultanın tahttan indirilmesine müteakip 1910 yılında ne yazık ki İstanbul’da büyük bir trajediye imza atıldı. Parfüm yapımında değerlendirilmek üzere Fransa’ya verilme vaadiyle onbinlerce köpek toplatıldı, halkın tepkisi ve Fransa’nın alımı geciktirmesi üzerine ilk etapta günümüzde Hayırsız Ada olarak da bilinen Sivri Adaya sevk edildi. Fransa’nın alımdan vazgeçmesini bildirmesi üzerine orada kaderine terk edilen masumlar ne yazık ki zamanla açlıktan telef oldular. Dilsiz kullara yapılan bu büyük zulmün yine İstanbul’da 1912’de yaşanan 7,3 büyüklüğündeki depremin de bir nevi nedeni olduğuna inanılmış, bu tür hataların tekrar edilmemesi tavsiye edilmiştir.
Dünyada yasal düzenlemeler
Ecdadımızın yüzyıllardır gösterdiği hassasiyet dünyada ancak bir sır öncesinde, 1925 yılında 7 Ekimin Dünya Hayvanlar Günü olarak kutlanması gelişmesi ile olumlu bir karşılık buluyor. Gelişmiş olarak adlandırılan ülkelerde müstakil bazdaki yasal düzenlemeler ise ancak 1975’ler sonrasında gerçekleşebiliyor.
Ülkemizde genelde STK’lar bazında sağlanan hayvanları koruma hususu 2004 yılında 5199 sayılı Kanunla ilk kez yasal bir zemine bağlanıyor. Düzenleme ile hayvanların rahat yaşamlarını ve hayvanlara iyi ve uygun muamele edilmesini temin etmek, hayvanların acı, ıstırap ve eziyet çekmelerine karşı en iyi şekilde korunmalarını, her türlü mağduriyetlerinin önlenmesi amaçlanıyor. Yasak ve sınırlamalara aykırı edenlere idari para cezası öngören yasada ayrıca yerel yönetimlere ihtiyaç sahibi hayvanların bakımı için mali destek verilmesini de sağlıyor. Yine, 2021 yılında yapılan düzenleme ile de kasten kötü muamelede bulunanlara hapis cezası da yer alacak şekilde Kanun geliştirilmiştir.
Sokak hayvanlarına en büyük desteklerden biri de yine ülkemizde başlayan ve bir dünya markası haline gelen sıfır atık hareketinin hamisi Sayın Emine Erdoğan’dan geldi. Kanun hazırlıklarını desteklediği gibi “Leblebi” isimli engelli köpeği sahiplenmeleri de takdire şayan oldu. Yine yaban hayatını korumak adına otobanların geçtiği alanlarda ekolojik köprülerin yapılması zorunluluğu ve örnekleri yine yakın dönemde gerçekleşti.
Şanlı ecdadımızın yadigarı olan Üsküdar’da kedi ve dolmabahçedeki kuş hastaneleri, cami ve mezarlıklardaki kuş evleri ile suluklar, leylekler için açılmış dünyanın ilk hayvan hastanesi olan Bursa’daki Düşkün Leylekler Evi gibi güzel örnekleri taçlandırdığımız 2004 yılındaki Hayvanları Koruma Kanunu ile dünyaya örnek bir yapıya geldik. Ancak günümüzde yaşanan hadiseler ışığında sokakları mesken edinen canların topluca uyutulması gibi hadiseler ne kültürümüze ne inancımıza yakışmıyor.
Yok etmek çözüm olmaz
Ortada bir sorun da var elbet. Hiçbir canımızın yanmasını kabul edemeyiz. Ancak çözüm topyekun yok etme de olmamalı. Duyarlı vatandaşlarımızın desteği ile sahiplenme başta olmak üzere diğer alternatifler daha öne çıkarılmalı. Bunun ötesinde yerel yönetimlerin elini taşın altına her zamankinden daha çok koyması gerekiyor. Sahiplenme, çoğalmayı kontrol altına alma gibi yöntemler yaygınlaştırılmalı ki yirminci yılına giren 2004 tarihli Kanun bunu öngörüyor zaten. Yine, halihazırda yaşanan sorunun çözümü noktasında sokağa terk edilen hayvan sahiplerinin cezalandırılması, yasadışı hayvan üretim merkezlerinin yasaklanması ve ağır cezai yaptırım, barınak hayvanlarının ise sahiplendirilmesi kampanyası ile zaman içinde sorun çözülecek ve sosyal barış sağlanacaktır.
Büyük Sultan Abdülhamit Han döneminde yapıldığı gibi yok etmek yerine nasıl kazanabilirizin üzerinde durulmalı. kazanımlar yok edilmek yerine daha da geliştirilmeli. Japonya Osaka’da yaban hayatının sakini ceylanlarla nasıl iç içe yaşayabiliyorsa, Taylandın sokaklarında yine yaban hayatının önemli figürlerinden maymunlar nasıl özgürce dolaşabiliyorsa ortak yaşam alanlarımızın bir sakini olan köpeklerin de toplumun bir parçası olduğu ve ortak yaşam sürülebileceği unutulmamalıdır.
Şu andaki sorunun nasıl meydana geldiğini son 20 yıldır, ailelerin cins köpekleri çocuklarının gönlünü yapmak için, doğum günü hediyesi almak için bir ticari piyasa oluştuğunu, yasa dışı köpek üretim merkezlerinde melez tür denemeleriyle çok sayıda köpek dünyaya geldiğini, sonrasında ise köpek bakımını yapamayan ailelerin köpeği sokağa terk ettiğini, yazlık yerlerlerde bu şekilde binlerce köpeğin ortaya çıkması, aynı şekilde şehirlerde aynı sorunun yaygınlaşması, belediye barınaklarının yetersizliği, veteriner ve kısırlaştırma faaliyetlerinin olmaması, sokağa terk edilen hayvanların gruplaşması, çeteleşmesi, hastalık riski taşımaları; birbirlerine, farklı hayvanlara, çocuklara, yaşlılara, mahalle sakinlerine saldırması gibi istenmeyen olayların artması sosyal bir sorun haline gelmiştir.
Söz konusu sorunun oluşması, insanların doyumsuz talepleri, ticari faaliyetleri ve bencilliklerinin neticesi fatura hayvanlara çıkarılmaktadır. Ayrıca hayvan severlerle, güvenli sokak isteyen insanlar arasında yaşanan çatışma da başka bir sosyal sorun haline gelmiştir.
Mevcut Hayvanları Koruma Kanunu dünyanın en kapsamlı kanunlarından birisidir. Ne var ki bu konuda sorumluluk verilen yerel yönetimler bu konuyu ciddiye almadı ve dertlenmedi. Sorunun asıl sebebi de budur. Zira Kanunda, saldırgan hayvanların toplanması ve uyutulması, sokaktaki tüm hayvanların kısırlaştırılması, soruna sebep olan yerde barınaklara alınması, uysal hayvanların ise sağlık durumlarının izlenerek aşı takipleri ve hayvan severlerin korumasıyla yaşam alanına dahil olmasına dair düzenlemeler var. Yine, İnsanlara zarar veren hayvanların nasıl bertaraf edileceği, bu hayvanların itlaf edilip, edilemeyeceği de bu kanunun 13. Maddesinde ‘Kanunî istisnalar ile tıbbî ve bilimsel gerekçeler ve gıda amaçlı olmayan, insan ve çevre sağlığına yönelen önlenemez tehditler bulunan acil durumlar dışında yavrulama, gebelik ve süt anneliği dönemlerinde hayvanlar öldürülemez.’ şeklinde açıkça ifade ediliyor.
Sözün özü ister “Karma” diyelim, isterseniz “Eden bulur” diyelim, yapılan zulümlerin karşılıksız kalmayacağını unutmayalım. Susamış köpeğe gösterilen ilginin affa nail olduğuna dair rivayetler de inancımız çerçevesinde konunun önemini ortaya koyuyor. Bununla birlikte, masum canlıların toplu bir şekilde yok edilmesi çözmenin ötesinde farklı sorunlara yol açabilecektir. Dünyada var olan düzenin temelinde besin zinciri bulunuyor. Besin zincirinde bulunan bir canlıya yapılan baskı diğer türlerin daha çok olmasına yol açabileceği için farklı sorunları da beraberinde getirecektir. Nitekim özellikle de tarımsal üretimde verimi artırmak için biyolojik mücadeleden ziyade yapılan zirai mücadelenin zamanla daha güçlü ve yeni zararlı türlerin yol açtığını tarih bize gösterdi. Geçmişten ders alarak ilerlemek gerekiyor.
Dolayısıyla bu işin çözümü devlet eliyle yapılacak topyekûn hızlı ve sistematik kısırlaştırma. Hiçbir sorun bir günde ortaya çıkmadığı gibi bir günde çözümlenmez. Oysa bugün önerilen sokakların doğal bir parçası olan tüm hayvanların toplatılarak uyutulması istenen uygulama ne yazık ki toplu bir katliamdır. 4-5 milyona yakın sokak hayvanını öldürmektir! Bu çözüm değil bir katliamdır. Bunu yapabilecek personel, veteriner ve bütçe varsa elbette bu bütçe ile daha sağlıklı çözümler de geliştirilebilir.
Yönetim sorunları öldürerek değil, yaşatarak da çözebilir!”