Küresel diplomasinin sınandığı, bölgesel gerginliklerin arttığı dönemleri yaşamaktayız. Savaş yerine çözüm yollarını tartışmamız gerekirken, insanlığımızın karşı karşıya kaldığı ve acil eyleme geçmemizin gerektiği iklim değişikliği gündemimizin en üst maddesi olmalıyken içerisinde bulunduğumuz şartlar hiç şüphesiz endişe vericidir.
Öte yandan yakından izlediğimiz gelişmelerin iklim değişikliği gündemi üzerinde çok ciddi etkilerini olacağını da kestirmek mümkün gözükmektedir. Her geçen gün aralarına yenilerinin eklendiği bilimsel çalışmalar göstermektedir ki iklim değişikliği problemi şu an insanlığın önündeki en ciddi problemdir. Bu bakımdan uluslararası anlaşmazlıkların diplomatik yollarla en kısa sürede çözülüp tüm ülkelerin iş birliği içerisinde iklim krizini yeniden gündemlerindeki en önemli madde haline getirmeleri gerekmektedir. Birleşmiş Milletler çatısı altındaki iklim konferansları başta olmak üzere iklim diplomasisi bunun gerçekleştirilebileceği en temel araç olarak karşımızda durmaktadır.
Rusya-Ukrayna krizi derinleşirken iklim değişikliği politikalarının zarar görmemesi için başta Almanya olmak üzere Avrupa Birliği (AB) ülkeleri yıkıcı olmaktansa yapıcı çözümler üzerine çalışmaları gerektiği kanısındalardı. Rus makamlar ise Almanya’nın Rus doğal gaz kaynaklarından vazgeçmesinin önümüzdeki 5-10 yıl için mümkün olmadığını düşünmekte, yapımı tamamlanmış ancak onaylanmadığı için faaliyete geçirilmemiş olan Kuzey Akım 2 (Nord Stream 2) hattının kısa vadede olmasa bile bir şekilde işlevsel kılınacağını beklemekteydiler.
Fransa’nın aksine nükleer ve kömürü enerji bileşiminden çıkarmak konusunda çokça adım atmış olan Almanya’nın yeşil ekonomiye geçişte doğal gaz kaynaklarına ihtiyaç duyacağını beklemek mümkündür. Üstelik bu durum yalnızca Almanya için değil, benzer politikalar güden ülkeler ile birlikte tüm AB çapında geçerli bir önerme olmaktadır. Nitekim uzmanlar AB’nin önümüzdeki 10-15 yılda doğal gaz tüketiminde aşağı yönlü bir eğilim görmemekte, aksine 2050 karbon nötr hedefine doğru ilerlerken geçiş döneminde doğal gazın giderek daha önemli bir unsur haline geleceğini öngörmektedirler. İlaveten doğal gaz üretimi çevresel düzenlemeler çerçevesinde giderek azalan AB’nin bu ihtiyacını daha da fazla gaz ithalatıyla karşılaması gerekecektir.
ABD Enerji Bilgi İdaresi (EIA) tarafından bölgenin enerji görünümüne dair yapılan değerlendirmeler oldukça dikkat çekicidir. 2020 yılında AB ülkeleri ile Birleşik Krallık doğal gaz ihtiyacının yüzde 80’inden fazlasını doğal gaz hatları ve sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) ithalatı yoluyla sağlamıştır. Bu rakamın on yıl önce %65 olduğu düşünüldüğünde iklim değişikliği politikaları bağlamında kömürün dışlanmasında doğal gazın bir geçiş aracı olarak kullanıldığını söylememiz mümkün gözükmektedir.
Buna ek olarak rakamların detaylarına bakıldığında 2020 yılında boru hattı yoluyla bölgeye ithal edilen doğal gaz tüm doğal gaz ithalatının yüzde 74’ünü, LNG yoluyla yapılan tedarik ise toplam ithalatın kalan yüzde 26’sını oluşturmuştur. Bu bakımdan da AB’nin mevcut konjonktürde doğal gaz ihtiyacını karşılamada boru hatlarının sağlıklı bir şekilde çalışmasını sağlamak durumunda olduğunu görmekteyiz.
DOĞALGAZA BAĞIMLI KALINACAK MI?
Bu veriler ışığında AB’nin kısa vadede enerji arz güvenliğini sağlayabilmek adına Rus ve Azerbaycan doğal gazına ihtiyaç duyduğunu söylememiz mümkün gözükmektedir. Pek tabii ki bu noktada ABD’nin AB’ye enerji ihtiyaçlarını karşılamak konusunda çok daha fazla yardımcı olacağını açıklamasının ardından gelişmeleri yakından takip etmekte de fayda bulunmaktadır. AB ve ABD’nin Rusya’ya yönelik hayata geçirdiği yaptırımlara ek olarak BP ve Shell gibi önde gelen petrol şirketlerinin milyar dolarlık zararları göze alarak Rus ortaklarıyla iş birliklerini sonlandırmaları, yatırım fonlarının Rus şirketlerine yaptıkları yatırımlardan vazgeçmeleri bize gelecekteki gelişmeleri yorumlamanın o kadar da kolay olmayacağını göstermekte olup yeşil dönüşümün beklenenden daha hızlı gerçekleşebileceğini de düşündürtmektedir.
Bir süre önce AB yukarıda saydığımız sebeplerle iklim değişikliği politikalarında değişikliğe yol açacak bir karara imza atmıştır. Avrupa Komisyonu geçtiğimiz günlerde sera gazı emisyonlarını azaltmaya yardımcı olmak için rüzgar ve güneş enerjisi gibi yenilenebilir kaynakların yanı sıra belirli kriterleri karşılamaları şartıyla nükleer enerji ve doğal gazı yatırımlarının da sürdürülebilir olarak nitelendirilmesine karar vermiş, böylece bu alanlara yapılacak yatırımları teşvik etmeye karar vermiştir. Bu karar AB’nin çok taraflı iklim diplomasisine yönelik taahhütlerini ve 2050 yılına kadar AB ekonomisini karbon nötr hale getirme hedefi ve Avrupa Yeşil Mutabakatı kapsamında bir çelişki olarak değerlendiriliyor olsa da Avrupa Komisyonu giderek zorlaşan yeşil ekonomiye geçiş sürecinin birlik üyelerine getireceği yükü hafifletmeyi hedeflediğini açıklamıştır.
Bu karara destek veren uzmanlar önerilen düzenlemenin üye ülkeleri ve yatırımcıları Avrupa’nın nükleer enerji altyapısına uzun zamandır beklenen ve askıya alınan yatırımları gerçekleştirmeye teşvik edeceğini ve böylece enerji krizinden çıkışın ve dışa bağımlılığın azalacağını öne sürerken karara karşı çıkanlar ise komisyonun doğal gaz ve nükleer enerjiyi karbon nötr politikalar için ciddi bir risk olarak görmektedir. Komisyonun önerisine ilişkin nihai karar önümüzdeki altı ay içinde üye ülkeler ve Avrupa Parlamentosu tarafından verilecektir.
RUSYA’NIN VE DÜNYANIN İKLİM DEĞİŞİKLİĞİYLE SINAVI
İklim değişikliğinin ülke ayırt etmeksizin hepimizi etkisi altına alan ve tarafı ne olursa olsun herkesi olumsuz etkileyecek bir problem olduğunu her platformda dile getirmekteyiz. Bu bakımdan madalyonun diğer tarafında yer alan Rusya da doğal gaz kaynaklarına güvenerek bir büyüme modeli benimsemeye devam edemeyeceğinin farkına varmak durumunda kalacaktır. Nitekim küresel sıcaklık artışları sonucunda Rusya’nın kuzey bölgelerinde zeminin mevcut binaları destekleme kabiliyetinin 2050 yılına kadar üçte bir oranında azalacağı ve tahminlere göre 132 milyar dolarlık bir ekonomik kayba sebep olabilecek çok büyük çaplı bir altyapı felaketi yaşanılacağı tahmin edilmektedir. Öte yandan rekor sıcaklıkların gözlemlenmeye başladığı bölgelerde son yıllarda eriyen topraktan salınan şarbon gelecekte görebileceğimiz doğal felaketlerden yalnızca biri olarak karşımızda durmakta ve önlem alınmadığı takdirde halk sağlığı açısından ciddi riskler barındırmaktadır.
Uygulamaya konulan yaptırımlar neticesinde uluslararası finans sisteminden dışlanan Rusya’da iklim değişikliğine yönelik yatırımların da gelişmelerden olumsuz etkileneceği açıktır. Çok taraflı kalkınma bankalarının birer birer Rusya’ya yatırımlarını ve programlarını durdurduklarını açıklamaları da Rusya’nın iklim değişikliği sonucu karşı karşıya kalacağı risklere yönelik yapacağı yatırımların önünde büyük bir engel olacak, projelerini hayata geçirmek için uluslararası piyasalardan borçlanma konusunda sıkıntı yaşamasına sebep olacak ve bu durum Rusya’nın yeşil dönüşümünü yavaşlatacak veya tamamen durduracaktır. Uygun maliyetlerle sürdürülebilir yatırımlar gerçekleştiremeyen aktörler doğalgaz gibi yerel olarak arzı fazla olan alternatiflere yöneleceklerdir.
Rusya ve Ukrayna arasında krizin nasıl çözüleceğine bağlı olarak küresel pandemi döneminde nasıl tüm ülkeler sağlık yatırımlarını ve harcamalarını artırdılarsa benzer şekilde önümüzdeki dönemde de ülkelerin harcamalarını savunma, nükleer ve yenilenebilir enerji alanlarına kaydıracağını beklemek mevcut konjonktür çerçevesinde uzmanlarca dile getirilen bir husus olmaktadır. Ancak halihazırda yetersiz olan iklim finansman kaynaklarının artırılması elzemken ülkelerin bütçe kaynaklarını başka alanlara kaydırmaları istenmeyen bir sonuç olacaktır. Zira iklim finansmanına en fazla katkı veren tarafın AB olduğunu göz önünde bulundurursak AB’nin bütçesinin bir kısmını Rusya riskiyle başa çıkmak için savunma ve nükleer enerji alanlarına ayırması yalnızca bölgesel değil küresel olarak iklim kriziyle mücadeleye büyük bir darbe vuracaktır.
İKLİM ZİRVELERİNİ KULLANARAK KRİZLERİ AŞABİLİRİZ
Tüm bu gelişmeler bize önümüzdeki dönemde uluslararası ilişkiler literatüründe “yumuşak güç” olarak bilinen yönteme başvurulabileceğini göstermektedir. Açıklamak gerekirse yumuşak güç bir aktörün başka bir aktöre güç kullanma veya zorlama yoluna başvurmaksızın taleplerini yerine getirmeye ikna etme kabiliyeti olarak nitelendirilebilmektedir. Günümüzde pek çok ülke çok taraflı diyalog ve iş birliği yoluyla ulusal çıkarlarını gerçekleştirmek için bu aracı kullanmaktadır.
Ülke liderleri ve devlet adamları G7, G20 gibi toplantılarda veya zirvelerde bir araya geldiklerinde tartıştıkları terör, göç, ticaret gibi konuların yanı sıra gündemlerine iklim değişikliğini de dâhil etmektedirler. Öyle ki son dönemde bu toplantılarda iklim krizinin gündemin en önemli maddelerinden olduğunu belirtmek yanlış olmayacaktır. Bu bağlamda hiçbir tarafın geride bırakılmadığı, geride kalmak konusunda ısrarcı olan bir ülkenin ise uluslararası alanda dezavantajlı duruma düştüğü bir yaklaşım iklim müzakerelerinde benimsenmektedir. Böylece tüm taraflar iklim değişikliğiyle mücadele konusunda adım atmak durumunda kalmakta, iş birliğine başvurmaktadır.
Bu bakımdan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansları da uluslararası ilişkilerin sağlıklı ve uluslararası hukuk çerçevesinde tesis edilen bir diplomasiyle yürütülmesinde çok büyük öneme sahiptir. Nitekim geçmişte de Rusya ve Ukrayna arasındaki tartışmaların alevlendiği dönemde gerçekleştirilen Paris Anlaşması öncesindeki müzakerelerde her iki ülkenin birlikte yer aldığı müzakere grubu vasıtasıyla ortak hareket ettiklerini, diplomatik ilişkilerini eşgüdüm içerisinde yürüttüklerine tanıklık etmiştik. Benzer şekilde ABD ve Çin arasında ekonomik çıkarların uyuşmaması sonucunda diplomatik gerginlikler sürerken iklim değişikliği konusunda iş birliği içerisinde olduklarını gözlemlemiştik. Dolayısıyla tüm ülkelerin karşı karşıya kaldıkları risklerle başa çıkabilmek için ortak bir yol aradıkları Birleşmiş Milletler çatısı altındaki iklim değişikliği konferansları, Rusya ve Ukrayna krizinde diplomatik ilişkilerin tesisi için kullanabilecek platformlardan biri olma niteliği taşımaktadır.
Sayın Cumhurbaşkanımızın da belirttiği üzere ülkeler arasındaki anlaşmazlıkların uluslararası diplomasiyle çözülmesi gerektiğine inanan ülkemiz BM İklim Zirvesi başta olmak üzere uluslararası toplantılarda iklim değişikliği probleminin şu an insanlığımızın önündeki en önemli problemlerden biri olduğunu ve acil eyleme geçilmesi gereken bu problemle başa çıkabilmek için tüm ülkelerin eşgüdüm içerisinde birlikte yürümeleri gerektiğine inanmaktadır. İklim değişikliğinin kişilere, ülkelere veya bölgelere özgü olmadığını; ırk, din, dil ve uyruk gözetmediğini hatırlamamız ve meselelerimizi diplomatik yollarla çözerken tüm çabamızı iklim değişikliğiyle mücadeleye ayırmamız gerekmektedir. Bu sebeple hepimizin ortak kaygısı olan iklim değişikliği, ülkelere birlik ve beraberliğin ne kadar önemli olduğunu ve başka bir dünyanın olmadığını hatırlatabilecektir.