AFETLERLE ETKİN MÜCADELE İÇİN KENTSEL DÖNÜŞÜM VE GELİŞİM ZAMANI
Dünden Bugüne Afetler
Tarihin her döneminde afetler yaşandı. Nerede, ne zaman ve ne şekilde gerçekleştiği tam olarak bilinmediğinden etkileri çok daha fazla oluyor.
Özellikle nüfusun yoğun olduğu alanlarda gerçekleşmesi, etkilerini birçok yönden -ekonomi, sosyal, toplumsal, fiziksel, ruhsal vb- arttırarak gösterebiliyor.
Sanayi devrimi ile başlayan süreçten bu yana afet sayılarında artışlar oldu. Hızlı nüfus artışı, plansız şehirleşme gibi etmenler dolayısı ile yıkıcı etkileri de giderek arttı.
Yüzbinlerce Can Kaybı
Dünya Sağlık Örgütü (WHO) değerlendirmelerine göre Dünya genelinde sel, kuraklık, deprem gibi doğal afetler sonucunda yılda ortalama 90.000 can kaybı yaşanırken 160 milyon insan da bu afetlerden etkileniyor
Kuraklık dolayısıyla 1930’da 3 milyon, 1943’de 1,9 milyon,1960’da 1,5 milyon ve 1983’de 450.000 kayıp yaşanırken, sel baskınları dolayısıyla 1931’de 3,7 milyon, 1959’da 2 milyon kayıp yaşandı.
Ancak, son yıllarda en büyük yıkıcı etkiyi depremler oluşturuyor. 2004 yılında 227.000 ve 2010’te 226.000 kaybın yaşanmasına neden oldu.
Ekonomik Kayıplar da cabası
1900’lerden bu yana, vaka sayılarında artış gözlemlenirken, alınan önlemler dolayısı ile can kayıplarında azalma söz konusu. Ancak ekonomik kayıplar artıyor. Kısa vadede yerel halka ve sigorta acentelerine mali yönden büyük etki yapıyorlar.
Özellikle fiziki etkiler kapsamında yer alan yıkımların, yeniden inşa edilmesi büyük maliyetler gerektiriyor.
Dünyanın en büyük reasürans şirketlerinden biri olan Alman MunichRe değerlendirmelerine göre doğal afetlerin neden olduğu mali kayıp 1980’de 50 Milyar ABD doları idi. Ancak, mali kayıplar her geçen yıl katlanarak artış gösterdi ve 1980’den bu yana oluşan toplam mali etki 5 Trilyon ABD doları seviyesine ulaştı.
En çok etkinin olduğu yıllara baktığımızda;
- 2011 yılı; Uluslararası Acil Durum Veritabanına (EM-DAT) göre ise 366 Milyar Dolar (MunichRe değerlendirmelerine göre 354 Milyar Dolar) etki ile en büyük ekonomik kaybın yaşandığı yıl olmuştur. 2011 yılında dünya genelinde 322 doğal afet yaşanmış, 30.773 kişi hayatını kaybederken yaklaşık 245 milyon insan da bu afetlerden etkilenmiştir. Japonya’da yaşanan 9 şiddetindeki deprem yaklaşık 20.000 can kaybının yanında 210 Milyar Dolarlık mali etki oluşturmuştur. Deprem dolayısı ile oluşan Tsunami sonucu hasar gören Fukuşima Nükleer Santralinden yayılan radyasyon büyük paniğe yol açtı.
Ülkemizde de o yıl Van’da gerçekleşen depremler sonucunda yaşanan kayıplar dolayısıyla ülkemiz o yıl için en çok kayıp yaşayan ilk 10 ülkeden biri oldu.
- 2017 yılı; Uluslararası Acil Durum Veritabanına (EM-DAT) göre ise 335 Milyar Dolar (MunichRe değerlendirmelerine göre 345 Milyar Dolar) etki ile en büyük ekonomik kaybın yaşandığı ikinci yıl olmuştur.
Yıl içerisinde yaklaşık 10.000 can kaybı ile sonuçlanan 335 afet yaşanmış, yaklaşık 100 milyon kişi de etkilenmiştir. Diğer yıllara nazaran daha az sayıda vaka yaşanmasına rağmen ekonomik etkisi oldukça büyük olmuştur. En büyük kayıplara ise Harvey, Irma ve Maria kasırgaları neden oldu.
Harvey, Dünyanın 12. büyük ekonomisi (ABD’nin de Kaliforniya Eyaletinden sonraki en büyük ekonomisi) olarak da bilinen Teksas Eyaletini vurdu. Aynı zamanda, ABD’nin en büyük petrol üretim merkezi. Haliyle zararın boyutu kat be kat artış göstermiştir. Ev, okul, fabrikaların yanında birçok rafineri etkilenmiş, yarım milyon araç kullanılamaz hale gelmişti. Dünyanın en büyük rafinerisi günlerce kapatılmak zorunda kaldı. Evet, bu kasırga oldukça önemli bir sanayi şehrini, ABD’nin en kalabalık ikinci şehrini esir almıştı.
Sonuç olarak, gerek şehrin sanayi üssü, buna bağlı olarak da nüfus yoğunluğu dolayısı ile zarar diğer kasırgalara nazaran daha yüksek seyretti.
Yine MunichRe değerlendirmelerine göre küresel bazda cereyan eden doğal afetler 2005 yılında 280 Milyar Dolar, 2018 yılı 160 Milyar ABD doları ve 2019’da 150 Milyar ABD Doları ile son 10 yılın ortalaması olan 187 Milyar Doların altında bir değer oluştu. 2018 yılında gerçekleşen en büyük afetler ise Amerika ve Asya’da görülen tayfunlar olurken Kaliforniya’daki orman yangınlarının neden olduğu mali kaybın 24 Milyar ABD doları olduğu öngörülüyor.
Alınan önlemler artıyor
Devletler ve hükümetler bu yıkıcı etkileri azaltmak ve önlemek için her geçen gün daha çok çaba sarf etmeye başladı.
Bu zaviyede, özellikle 1960 sonrası konu küresel boyutta ele alınmış ve Birleşmiş Milletler bünyesinde Uluslararası Afetleri Azaltma Stratejisi kurularak bu konuda destek ve koordinasyon vazifesini üstlenmiştir.
1990 yılında ilk kez, 10 yıllık Doğal Afet Azaltma Eylemini hayata koymuştur. 1994 yılında kabul edilen ve 2005 yılına kadar etkin bir şekilde uygulanan Yokohama Stratejisi (1994-2005); Doğal Afetlerin Önlenmesi, Hazırlık ve Önlemleri içeren ve dünyanın daha güvenli bir yer olmasını amaçlayan eylem planı olmuştur.
Yokohama Stratejisi aynı zamanda 2005 yılında kabul edilen ve “Ulusların ve Toplulukların Afetlere Dayanıklılığını Artırmak” temel amacını taşıyan Hyogo Çerçeve Programı (2005-2015) de temel oluşturmuştur.
Son olarak 2015 yılında ise Küresel Sürdürülebilir Kalkınma hedefleri için belirlenen 2030 yılına kadar Doğal afetlere yönelik atılacak adımları, zararları önleme ve etkilerini azaltmak üzere Sendai Çerçeve (2015-2030) Programı (Sendai Framework) hayata geçirilmiştir.
Sendai Çerçeve Programı, 2015 sonrası olası afet risklerinin önlenmesi, etkilerinin azaltılmasına yönelik eylem, öncelik ve politikalar içermektedir. Bu kapsamda; afet risklerinin anlaşılması, risk yönetiminin güçlendirilmesi, etkin ve hızlı müdahale gibi süreçlerin gelişimi için afetlere hazırlıklı olma gibi temel önceliklere sahiptir.
Genel manada 1950’lerden bu yana oluşan afet sayısı sürekli artış gösterirken, küresel bazdaki önleme ve etki azaltma faaliyetlerini içeren Yokohama-Hyogo Eylem planlarının etkin olarak devreye alındığı 2000’li yıllardan sonra bir azalış seyretmiştir.
Ancak, ne var ki sayısal olarak azalım göstermiş olsalar da nüfus artışı, şehirlerin büyümesi gibi etmenler dolayısı ile bu noktalarda oluşan afetlerin etkileri artış göstermiştir. Etkilenen nüfus, oluşan mali kayıplarda artışlar gözlemlenmiştir.
AFETLER DİYARI TÜRKİYE (Başlık olarak ÜLKEMİZDEKİ DURUM ifadesi kullanılmış)
Ülkemiz 3 tarafı denizlerle çevrili, ortalama rakımın 1000 metreleri geçtiği bir coğrafyaya sahip.
Konum itibari ile dünyanın önemli fay hatlarının geçtiği, yeryüzünde ikinci en çok depremlerin görüldüğü Akdeniz-Himalaya Deprem Kuşağında bulunuyor.
Bütün bu yönleri ele aldığımızda, sel, heyelan, deprem vb birçok doğal afetin çoklukla yaşandığı bir ülkeyiz.
Nüfus artışı, köyden kente göçler, plansız şehirleşme ne yazık ki olası afetlerin etkilerini artırabilecek temel bazı hususlar olarak karşımıza çıkıyor.
Aynı şekilde, afetlerin büyük kentlerde olması etki alanını artıracak, zararın da katlanarak büyümesine yol açacak.
Ülkemizde 1950 sonrasında köyden kente göçte artış yaşanıyor. 1950’de nüfusun ancak %26’sı şehirlerde yaşıyorken bugün bu oran 3 kat artarak %75’lere varmış durumda. İl ve ilçe merkezlerindeki nüfus oranı %92,8’ye ulaştı.
Toplam nüfusun 2019 sonu itibari ile 83 milyonu bulduğu Ülkemizde 1 milyonu aşan 22 şehir bulunuyor. Bunlardan İstanbul 15 milyon ile ülke nüfusunun yaklaşık 5’te birini, Marmara bölgesi ise %30’unu oluşturuyor.
120 Yılda 100.000 Can Kaybı
Türkiye Afet Bilgi Bankası kayıtlarına göre ülkemizde 1900-2018 yılları arasında oluşan 3’te biri toprak kayması olan yaklaşık 50.000 afet sonucunda toplamda 100.000 can kaybı ile 60.000’den fazla yaralanma oluştu. Ayrıca, bu dönemde 1.337.000 bina hasar görürken 108.000 bina da yıkıldı.
Bütün bunlar arasında en ölümcül ve yıkıcı etkiyi ise hiç kuşkusuz bu süre zarfında meydana gelen 3368 adet deprem yol açmış.
Yakın tarihteki en büyük kayıp hiç kuşkusuz 99 yılında gerçekleşen Gölcük (Marmara) Depreminde oldu. 17.500 can kaybının yanında 44.000 yaralanma gerçekleşti.
Ekonomik olarak da yıkım yaşadık
Son 60 yıllık verileri göz önüne aldığımızda, afetlerin ülkemiz ekonomisine doğrudan veya dolaylı olarak etkisi, GSMH’nin %3’ü oranında kayıp kadar olduğu görülmektedir.
1980-2018 döneminde gerçekleşen doğal afetlerin oluşturduğu toplam ekonomik kaybın en az 26 Milyar ABD Doları olduğu değerlendiriliyor.
Risk Seviyesi Yüksek seyrediyor
Ülkemiz, küresel ölçekte 191 ülkenin yer aldığı ve kısa adı INFORM olan Risk yönetimi Endeksi 2020 verilerine göre 10 üzerinden 5.0 puanla “yüksek risk seviyesi” taşıyan ülkeler arasında yer alıyor.
Alt başlıklarından biri olan tehlike ve maruziyet kategorisinde ise 10 üzerinden 7,9 puan ile 191 ülke arasında 10. sırada, en büyük doğal afet olan deprem oluşma olasılığı alanında ise büyük bir deprem olma riskinde 9,7 gibi birçok yüksek risk taşıyorken, sel baskını olma riskinde ise 5,7 puanla yine yüksek risk taşıyor.
Ülkemizin büyük bir alanı deprem tehdidi altında
Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de en yıkıcı etkiyi depremler gösteriyor. AFAD tarafından yayınlanan ve 2019 yılı başından beri yürürlükte olan “Türkiye Deprem Haritası”na göre topraklarımızın yaklaşık yüzde 66’sı maalesef yüksek deprem riski taşıyan bölgelerde yer alıyor.
Nüfusumuzun çok büyük çoğunluğunun, yüzde 70’den fazlası bu alanlarda ikamet ediyor.
Finansın merkezi İstanbul, sanayinin kalbi Kocaeli ile Bursa, İzmir, Hatay, Adana gibi sanayi üretiminin (otomotiv, petrokimya, demir çelik, enerji gibi büyük üretimlerin ana merkezleri) büyük çoğunluğunun gerçekleştiği topraklarımız yine yüksek risk taşıyan deprem alanlarında.
BM Dünya Turizm Örgütü verilerine göre 2018’de yaklaşık 46 milyon, 2019’da ise yaklaşık 50 milyon turist ile Dünyada en çok turist ağırlayan 6. ülke konumunda olan ülkemizdeki turizm sektörünün can damarları Antalya, Aydın, Muğla yine yüksek riskin bulunduğu alanlar.
Yani gelirlerimizin çoğu riskli alanlarda.
Afetler bitmiyor, sadece türleri değişiyor
Evet, ülkemiz 4 mevsimi bir arada taşıyan, Asya-Avrupa ve Afrika arasında bir bağ oluşturan muhteşem coğrafyasının yanında aynı zamanda da bir afetler ülkesi.
Yağışın çokça görüldüğü Karadeniz Bölgesi başta olmak üzere kıyı kesimlerde oldukça yıkıcı sel ve heyelanlar görülürken, iç kesimlerde yoğunluklu olarak deprem ve sel baskınları, doğuda ise yine çetin kış şartlarında yaşanan çığ felaketleri ne yazık ki çoğu zaman bir çok can kaybının yanı sıra ciddi manada maddi zarara da yol açıyor.
En yıkıcı etkiler depremlerden geldi
Türkiye Afet Bilgi Bankası (TABB) kayıtlarına göre ülkemizde 1900-2018 yılları arasında oluşan 3’te biri toprak kayması (heyelan) olan yaklaşık 50.000 afet sonucunda toplamda 100.000 can kaybı ile 60.000’den fazla yaralanma oluştu. Ayrıca, bu dönemde 600.000 adeti ağır hasarlı (diğer bir tabirle kullanılamaz hale gelen konut) olmak üzere toplamda 1.337.000 bina hasar görürken 108.000 bina da yıkılmıştır.
Yaşanan can kayıplarının yarısı ne yazık ki sadece 2 tane büyük depremde oluştu. Bunlardan 939 yılında Erzincan’da yaşanan ve 33.000 canımızı yitirdiğimiz Erzincan Depremi coğrafyamızda yaşadığımız en şiddetli olandır.
İkinci en büyük olanı ise hala hafızalarımızda olan 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi. Orada da 17.480 kayıp yaşadık.
Sesimi Duyan var mı?
“Sesimi duyan var mı” sözü hala kulaklarımızda… Her deprem oluşunda bir kez daha hatırlıyoruz.
Evet, 17 Ağustos 1999’da etkilerinin komşu ülkelerde dahi hissedildiği 7,4 şiddetindeki Marmara Depremi oldu.
Zira, deprem sanayinin kalbi, milyonlarca insanın yaşadığı, uluslararası karayollarının geçtiği, otomotiv ve petrokimya tesislerinin yoğunluklu olarak bulunduğu Kocaeli’yi vurmuştu.
17.500 insanımız ahirete irtihal etti. 2.000 bina yıkılırken; 4.000 tanesi çok ağır hasarlı, 120.000 tanesi ağır hasarlı, 30.000 tanesi de hafif hasarla atlattı. Dile kolay 300.000 insan evsiz kaldı.
Maddi hasar ise kaynaklara göre değişmekle birlikte 15-20 Milyar Dolar oldu.
Bu deprem diğer bütün deprem ve afetlerden farklı idi. Oluşan zarar, bundan yaklaşık 4 kat daha şiddetli olan Erzincan depreminden kat be kat fazlaydı.
Zira deprem sanayinin kalbi; otomotiv, beyaz eşya, boya, tekstil, cam, çimento, liman ve petrokimya tesislerinin yoğunluklu olarak bulunduğu, milyonlarca insanın yaşadığı, uluslararası karayollarının geçtiği Kocaeli’yi vurmuştu. Deprem onları da vurdu.
Trans-Avrupa (E-80) otoyolu ve üzerindeki 20 viyadük, 5 tünelin ağır hasar gördüğü bir deprem oldu.
TÜPRAŞ rafinerisinde 5 gün süren ve güçlükle kontrol altına alınan bir yangına da yol açtı. Çıkan yangının söndürülmesi için Antalya’dan destek alındı.
Bir çok dev sanayi günlerce işbaşı yapamadı. kısa süre olsa dahi üretim ve iletim hatlarının hasar görmesi dolayısı ile tüm ülkede elektrikler kesildi, ülke karanlığa boğuldu.
Bu deprem ülkenin acil bir afet yönetim mekanizmasına ihtiyaç duyduğunu gözler önüne serdi.
Sözün özü, etkilenen bölgelerde kayıp tahmini için bir sistemin bulunmaması, afet senaryolarının olmaması, afet yönetim planlarının bulunmaması, ekipman, teçhizat ve malzeme yetersizliği, afet müdahale eğitimlerinin yapılmamış olması, arama-kurtarma ekiplerinin yetersiz oluşu ile akılda kalmıştı 99 depremi.
Yardım çığlıkları bu kez Doğudan yükseldi
Ve günümüze yakın bir tarihe geliyoruz. Takvimler 2011’i gösterdiğinde bu sefer çığlıklar doğudan, Van’dan yükselmeye başladı.
Tarihteki en büyük depremi görmüştü Van Halkı. 7,2 ile sarsıldılar.
Ancak bu sefer kriz yönetimi daha etkili idi 99 depremine kıyasla. 4400 kişiden oluşan arama-kurtarma ekibi iş başındaydı. 18 eğitimli köpekten destek alınıyordu. Bir yaşam belirtisi alabilmek için. Zamanla yarış vardı yine.
Mücadeleler sonuç verdi ve 252 vatandaşımız sağ olarak kurtarıldı. Ancak ne var ki bu depremden de 604 vatandaşımızı kaybettik.
birçok binanın yıkıldığı depremde 28.000 yapıda da hasar oluştu. Bu depremde oluşan zararların mali değerinin ise 0,55-2 Milyar ABD Doları olduğu tahmin ediliyor.
Son yıllarda afet sayıları ve yıkıcı etkileri artıyor
Ve günümüze daha yakından bakalım. 2019 yılı. Yine birçok yıkıcı afetin yaşandığı bir yıl oldu. Sel baskınları, hortumlar, heyelanlar ve depremler…
26 Eylül 2019’da İstanbul’da 5,8, 22 Ocak 2020’de Manisa’da 5,4 ve 24 Ocak 2020’de Elazığ’da 6,8 büyüklüğünde depremler oldu.
Birçok ilde büyük zararlara yol açan sel ve su baskınları yaşandı. Antalya’da hortumlar seraları vurdu.
Trabzon Araklı, Samsun, Artvin, Düzce Akçakoca ve İstanbul’da görülen seller yaklaşık 1 Milyar TL’yi bulan zararlara yol açtı.
20’den fazla can kaybı ve yüzden fazla bina yıkıldı, yüzlercesi de hasar gördü.
Sadece deprem yıkmıyor
Evet, ancak ne var ki ülkemiz de yıkım sonucu kayıpları afet olmaksızın da yaşadığımız anlar oldu. Konya ve İstanbul Kartal’da çöken binalar bu durumun en bariz örnekleri.
İlki 2004 yılında oldu. 16 yıllık dinmeyen bir acıya neden oldu. 92 kişiye mezar olan bir bina. Konya’da bir apartman, zümrüt apartmanı.
Bir bayram vaktiydi. Bayramlarda geleneğimiz gereği büyükler, komşular, akrabalar, eş, dostlar ziyaret edilir, hasbihal edilir. Kimi bina sakinleri misafirliğe gitmişti. Kimi farklı bina sakinleri de bu binada oturan yakınlarının yanına, misafirliğe, bayramlaşmaya gelmişti. İşte böyle bir akşamdı.
Bir bayram akşamı.. Hem de kurban bayramı. Ancak bu sefer kurbanlar farklı olmuştu.
Birçok ihmal vardı. Kullanılan yapı malzemesinin kalitesi, projeye uygunsuz hareketler, denetim yetersizliği ve daha niceleri. Ama bunlardan en büyüğü ise projenin dışına çıkılarak yenilenen ve içerisinde bir mağaza ile garaj bulunan bodrum kat.
Yıkılan sadece tek bir bina. Ama yardımın, arama-kurtarma ekiplerinin gelmesi saatleri buldu.
Bize ders olur, böylesi hadiseleri bir daha yaşamayız diyorduk ki bu sefer farklı bir bina çökmesine şahit olduk. Tarihler 2019’yu gösterdiğinde, bu sefer mega kent İstanbul’dan çığlıklar yükseldi.
2 Şubat 2019’da, yine standartlara aykırı hareket sonucu İstanbul Kartal’da bir bina yıkıldı. 21 Kişi hayatını kaybetti.
15 yıl öncesinde, 2 Şubat 2004’te Konya’da 92 kişiye mezar olan Zümrüt Apartmanı’nı hatırlattı.
Evet, buralarda da ne yazık ki yeterli yapılara verilen zararlar vardı. Projeden farklı işlemler yapılmıştı.
Evet yıkılan iki binadan 100’den fazla vatandaşımızı toprağa verdik.
Ve bu makaleyi kaleme aldığım günlerde yine İstanbul’da, Bahçelievler’de çöken 7 katlı bina… Allah’tan can kaybı olmadı…
6 ay önce, Eylül 2019’da İstanbul’da gerçekleşen 5.8 değerindeki orta şiddetteki depremden ağır hasar gören bir binaydı bu…
Tüm bu örnekler bizlere şunu gösteriyor:
“Öncelikle büyük kentsel dönüşüm ve gelişimlerin yapılması. Bunun yanında da güçlü, etkin ve periyodik denetimler.. Sadece ruhsat vermek değil, belirli zamanlarda yapıda olan değişimlerin kontrol edilmesi lazım. En azından belli bir yaşı dolduran veya eski teknoloji ile inşa edilen yapılarda bunları yapmak gerekiyor.
Peki kentsel dönüşüm ve gelişime dair Ülkemizde neler yapıldı bugüne kadar?
1950 sonrası kentsel dönüşüm çalışmaları hız kazanıyor
Evet, hemen hemen tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de öncelikli olarak sanayi devriminin yaşandığı 19 yüzyıla dayanırken, esas olarak kentsel dönüşüm ve gelişim çalışmaları 1950 sonralarına dayanıyor. Oldukça yıkıcı geçen, sadece 30 yıl gibi kısa süre içerisinde gerçekleşen 2 dünya savaşı sonrası. 80-90 Milyon insanın yaşamını yitirdiği, büyük yıkımların yaşandığı dünya savaşları sonrasında insanlık yeniden bir gelişim yaşadı.
Öncesinde başlayan sanayi devrimi yeni bir evreye doğru ilerledi. Otomasyon sistemleri hayatımıza girdi. Sanayi şehirleri oluşmaya başladı. Evet, ülkemizde kentsel dönüşüm ve gelişim çalışmalarının ilk adımları 1950’lerde atıldı. Çok partili hayata geçiş sonrası sanayi şehirlerinin gelişmesi, liberal ekonomi gibi nedenlerle köyden kente göçte artış görüldü.
O dönemde nüfusun sadece %26’sı şehirlerde yaşıyordu. Daha rahat yaşam beklentileri, iş-sağlık ve eğitim gibi imkanlar dolayısı ile köyden kente göçler baş göstermiş. Ancak, kentler yaşanan bu büyük göçlere mevcut halleriyle cevap verememiş, özellikle konut stoku bağlamında yaşanan taleplere yeterli arz sağlanamamıştı.
Sonuçta halk, kendi çözümünü geliştirdi ve ortaya gecekondu denilen yapılar çıktı. Bunlarla mücadele için “Gecekondu Yasası” çıkarıldı.
Aynı dönemde, 1960’lı yıllarda, hayatımıza yüksek katlı binalar girmeye başladı. Bunun için de “Kat Mülkiyeti Kanunu” yapıldı. Bu Kanun ile aynı binada çok sayıda konut yapılabilmesinin önü açıldı. Deyim yerindeyse bu Kanun ile birlikte yüksek katlı binalar görmeye başladık ülkemizde.
1980’li yıllarda ise kamu eliyle konut ihtiyacının giderilmesi hedeflendi. Bu itibarla Toplu Konut İdaresi Başkanlığı (TOKİ) kuruldu. Ancak, ilk etapta beklenen olmadı ve 2002 yılına kadar geçen sürede sadece 43.000 civarında konut tamamlanabildi.
Milenyuma felaketlerle girdik
90’lı yılların sonunda, önce 98’de, ardından 99’da üst üste gelen felaketler yaşadık. Dünya yeni binyıl olarak adlandırılan “Milenyum”a, yani 2000 yılına renkli bir şekilde girmeye hazırlanırken, biz de karalar bağlıyorduk.
İlk felaket haberi kuzeyden, Karadeniz’den geldi. Afetin adı o yörenin meşhur yağışları nedeniyle oluşan Sel taşkını. Dere yollarına yapılan yapılaşma etkisini artırdı.
Bartın, Zonguldak ve Karabük gibi birçok ilde 1,2 milyonun üzerinde insanı etkileyen ve Batı Karadeniz Seli olarak adlandırılan afet, 17 can kaybına, DSİ kaynaklarına göre 1 Milyar ABD Doları eşdeğerinde hasarın oluşmasına yol açtı.
Çok değil, 5 hafta sonrasında bu sefer güneyden geldi çığlıklar. Afetin adı yabancı olmadığımız bir durumdu. Ülkemizin bir gerçeği idi. Evet, deprem olmuştu. Adana Ceyhan’da 27 Haziran 1998 günü ve AFAD’a göre 6,2 şiddetinde bir depremdi. Esasında yıkıcı sınıfında yer almayan bu şiddetteki deprem, ne yazık ki yine büyük izler bıraktı arkasında.
Yüzlerce vatandaşımız yaralanırken 145 vatandaşımızın da aramızdan ayrılmasına neden oldu. Hasar bununla da bitmedi.
Yaklaşık 8.800 tanesi ağır olmak üzere 61 bin konut ile 400 tanesi ağır olmak üzere yaklaşık 3.700 işyerinin de hasar görmesine neden oldu.
Adana Ceyhan’ın ardından da 2000’e aylar kala tarihe Marmara Depremi olarak geçen ve 1939 tarihli “Büyük Erzincan Depremi”nden sonraki en büyük ve yıkıcı ikinci depremi yaşadık.
Marmara Depremleri dönüm noktası oldu
Evet, ülke olarak özellikle depremlerden çok canımız yandı. Büyük marmara depremi bu noktada bir dönüşümün ilk kilometre taşlarından biri olmuş idi. İlk olarak “Ulusal Deprem Konseyi” kuruldu. Denetim sisteminin oluşturulması için 2001’de “Yapı Denetimi Hakkında Kanun” çıkarıldı. 3194 sayılı İmar Kanunu’nun etkinliğini artırmak üzere birçok revize yapıldı.
Depreme dayanıklı konutlar için standartlar geliştirildi, Yönetmelik ve kılavuzlar güncellendi. Kaynak için deprem vergisi uygulaması başlatıldı. Yine bu devirde deprem sonrası hasarların giderilmesi için halk arasında zorunlu deprem sigortası olarak bilinen DASK ile tanıştık.
Bu sefer de Ekonomik Kriz vurdu
Evet, Marmara depreminin acısı hala taze iken ülkemiz bu sefer de tarihinde görülmemiş bir ekonomik kriz ile sarsıldı.
Evet, 98-99 afetlerinin üzerine bir de 2001 yılındaki ekonomik kriz ne yazık ki mevcut yönetimin sorun çözmede yetersiz oluşunu gözler önüne serdi. Ve 2002 yılında Milletimizin teveccühü ile iktidar el değiştirdi. Bu olumlu hava her alanda kendisini gösterdi.
Ülke tarihine kara leke olarak geçen 2001 ekonomik krizi sonrası Türkiye yeni bir döneme girdi.
Dönüşüm ve Gelişim Dönemi
Bu dönemde kentsel gelişim ve dönüşüme ayrıca bir önem verildi. Yapı stoku ve dönüşüm için kamu elini bir kez daha taşın altına koymaya hazırlandı. Ve TOKİ’nin önemi bir kez daha ortaya konuldu.
2002 yılında ortaya konulan “Planlı Kentleşme ve Konut Üretim Seferberliği” ile TOKİ’nin etkinliği de artırıldı.
Sadece 2002-2011 yılları arasında 500.000 konut yapılarak hak sahiplerine teslim edildi.
Kentsel Dönüşüm için ilk kez 2004 yılında Meclis’e “Kentsel Dönüşüm ve Gelişim Kanunu Yasa Tasarısı” bir yasa tasarısı sunuldu.
5393 sayılı Belediye ve 5216 sayılı Büyükşehir Belediye Kanunları çıkarılmış, yerel yönetimlere kentsel dönüşüm yapabilme imkânı tanınmış, ne var ki etkin olarak kullanıldığı görülmedi.
Şehircilik Bakanlığı kuruldu
Temmuz 2011’de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kuruldu. Temel hedef çevresel değerlerin korunarak şehirleşmenin geliştirilmesi idi.
3 ay sonrasında yine bir afetle sarsıldık. Bu sefer doğudan yükseldi çığlıklar. 23 Ekim 2011’de Van’da gerçekleşen 7,2 şiddetinde yıkıcı bir deprem oldu. Ne yazık ki 604 vatandaşımızı kaybettik.
Akabinde Cumhurbaşkanımız Sayın ERDOĞAN tarafından iktidarı kaybetme pahasına ülkemizde kentsel dönüşümün yapılacağı, riskli alanların yenileceği müjdesi verildi. Takip eden süreçte de kamuoyunda “Kentsel Dönüşüm Yasası” olarak bilinen 6306 sayılı “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun” yürürlüğe girdi. Bu aynı zamanda bir seferberlik olarak ilan edildi.
“Kentsel Dönüşüm Seferberliği” başladı ama…
Ancak, hedeflenen başarı sağlanamadı. Zira, dönüşümde etkin birçok aktör var. Bir tarafta Bakanlık. Diğer tarafta konunun asıl muhatapları Yerel Yönetimler. İşin bir de gerçek sahibi var. Hak sahipleri, bir de bu işlerden nemalanmak isteyen müteahhitler.
Evet, konu can ve mal güvenliğinden ziyade gelir kaygısına/beklentisine dönüşünce ilerlemeler kısıtlı kaldı.
Burada yine hiyerarşi ve bürokrasiden kaynaklanan sorunlar gün yüzüne çıktı. Özellikle de yerel yönetimler bazında. Kentsel dönüşümün ana aktörlerinden birisi olan yerel yönetimlerin konuya yeterince eğilim göstermediklerini gördük. Belediyelerin bu işi yeterince sahiplenmediklerini, gerekli ilgili göstermediklerini gördük.
Halbuki, bu konu artık bir afet diyarı olan ülkemiz için ölüm-kalım meselesi. Günübirlik siyasetle geçiştirilecek bir konu değil. Siyaset üstü bir konu gibi. Çevre gibi.
İleride seçilme nedeni olacak bir konu bu. Artık, şurada şu kadar konser, burada şöyle bir heykel yaptım devri bitti, bitmeli de.
Artık gerçekten vatandaşların can ve mal güvenliğini önceleyen, onlara rahat ve huzurlu yaşam alanları sunacak yöneticilere ihtiyaç var.
Bu dönemde, Bakanlık birçok girişimde bulunmuş ancak, yerel yönetimlerin farklı bir Bakanlığa bağlı olması, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın özellikle yerel yönetimler üzerindeki etkinliğinin kısıtlı olması nedeniyle gerekli ehemmiyet gösterilemedi.
Aynı şekilde, kentsel dönüşümü fiili olarak gerçekleştiren TOKİ’nin yine Başbakanlığa bağlı olması da bir diğer etmen idi.
Güçlü bir Şehircilik Bakanlığı
Bu kısıtlı gelişmeler ülkeye çağ atlatan irade tarafından da görüldü. Gelişmelere mani hususların çözümü için düğmeye basıldı. 2018 yılında tanıştığımız Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi sonrası TOKİ ve Yerel Yönetimler Sayın Cumhurbaşkanımızın da iradesiyle Çevre ve Şehircilik Bakanlığına bağlandı. Bu durum hiç kuşkusuz kentsel dönüşüm ve gelişim için büyük bir adım oldu.
Gelişmeler art arda geldi. İlk olarak, 2019 Eylül ayında Bakanlık, kentsel dönüşüm anayasası olarak duyurduğu “kentsel Dönüşüm Strateji Belgesi ve Planını” kamuoyu ile paylaştı.
Burada dönüşümü gereken 6,7 milyon konutun en az 1,5 milyonunun aciliyet arz ettiği ve 2023 yılına kadar da dönüşümün tamamlanacağı öngörülüyor.
Şu ana kadar 2012 yılında ilan edilen kentsel dönüşüm seferberliği kapsamında 1 milyon 350.000 konutun dönüşümü ancak sağlanabildi. Diğer bir söylem ile yılda yaklaşık 200.000 konutun dönüşümü gerçekleşti.
Yeni hedef ise Cumhuriyetimizin yüzüncü yaşına denk gelen 2023 yılı sonuna kadar, aciliyet arz eden 1,5 milyon konutun dönüştürülmesi olarak belirlendi. Diğer bir ifade yılda ortalama 400.000 civarında bir dönüşümün gerçekleşmesi öngörülüyor.
Bu da çok daha büyük azim, ceht, gayret, daha verimli çalışma ve müşterek hareket etmeyi gerektirecek.
Ve ELAZIĞ
Bir yandan böylesi güzel gelişmeler yaşanırken bir yandan da uyuyan tehlikeler kendisini göstermeye, hatırlatmaya devam ediyor.
2019’un son ayları ile 2020 yılının ilk ayları. Ard arda yine deprem haberleri geldi. 26 Eylül 2019’da, ülke nüfusunun %18’ine, yani her 6 kişiden birisinin yaşadığı İstanbul 5,8 ile sarsıldı. Esasında büyüklük olarak orta şiddette bir deprem, ancak yapılarda hasar oluştu, halkta ciddi paniğe yol açtı.
Ardından 22 Ocak’ta, bu sefer Manisa 5,4 ile sallandı. Çok değil, sadece 2 gün sonra, henüz Manisa’nın şokunu atlamadan bu sefer ülkenin doğusu, Elazığ’da bir akşam vakti 6.8 şiddetinde bir deprem meydana geldi. Bu deprem büyüklük olarak İstanbul’un 10, Manisa’nın ise 25 katı daha şiddetliydi.
Merkez üssü Sivrice idi. Etkiler sadece Elazığ ile sınırlı kalmadı. Civar illerde de hissedildi. Özellikle de komşu Malatya’da da birçok bina hasar görürken bazıları yıkıldı.
Etkileri de yıkıcı oldu. Özellikle de bitişik nizam yapılar dolayısıyla. Bazı Üniversitelerce hazırlanan teknik raporlara göre bu depremdeki yıkıcı etkinin yüksek setretmesinin ana nedenlerinden birisi bitişik yapılar. Ülkemizde oldukça yaygın. geçmişte belli bölgelere fazla ilgi gösterilmiş ve bitişik olacak şekilde birçok bina inşa edilmiştir. Bu durumda,i herhangi bir binanın yıkılması halinde domino etkisiyle bitişik olanlara da aynı şekilde sirayet edebilir veya kalıcı zararlara yol açabiliyor.
Yapılan değerlendirmelere göre; Elazığ ve Malatya illerinde çoğu 99 öncesi standartlara göre yapılmış 87 bina yıkıldı. Bakanlığımızca mahalinde yapılan çalışmalar sonucunda da 7 bin 698 ağır hasarlı, 1540 orta hasarlı bina, bunun dışında da 558 acil yıkılacak bina tespiti yapıldı.
Bunun dışında ne yazık ki kayıplar verildi. 37 Elazığ, 4’te Malatya’da olmak üzere 41 canımızı yitirirken yapılan müdahalelerle enkazlardan 45 kişi de sağ olarak kurtarıldı.
Devlet Milletiyle bütünleşti
Bu deprem farklıydı. Hemen hemen her türlü afette birlik olan Türk halkında bu sefer farklı birşeyler görüldü. Belki de ilk kez devlet ile millet bütünleşti. Yek vücut olundu. İlk andan itibaren olay yerine İçişleri, Sağlık ile Çevre ve Şehircilik Bakanları intikal etti.
Gözyaşı döken Başkan
Evet, hiç olmasını istemeyiz elbette ancak bu deprem birliğimizin tam olarak hissedildiği bir afet oldu.
Devlet Başkanı olayın hemen ertesi günü alana geliyor. Halkın derdiyle dertleniyor. Halk neyi yaşıyorsa o da yaşıyor. Varını yokunu kaybedenler var. Canlarını kaybedenler var. Bu manzara karşısında Başkan da göz yaşı döküyor. Sürekli hor görülen, hakir görülen milletimizin aşina olmadığı bir durum daha.
Devletin milletiyle bir bütün olduğu, devletin adeta hizmetkar olduğu bir afet yaşadık. Üç Bakanımız günlerce sahada kaldı. Arama-kurtarma, enkaz kaldırma ve hasar tespit çalışmalarına bizzat katılım sağladılar.
Arama-kurtarma çalışmaları da çok başarılı idi. Artık sahada sadece AKUT yok. Altyapısını geliştiren Jandarma, Sağlık Bakanlığı ekipleri UMKE ve AFAD ekipleri. Koordineli hareket ettiler. Neticede 45 vatandaşımızın sağ olarak kurtarılmasına vesile oldular.
Barınma, ısınma ve beslenme için imkanlar seferber edildi, çadırlar kuruldu, gezici mutfaklar olay yerine intikal etti. Ve Kadirşinas Milletimiz de tabii ki seyirci kalmadı. Elindeki ekmeğini yiyeceğini giyeceğini oradaki kardeşlerine gönderdi.
Çevre ve Şehircilik Bakanı Sayın Kurum, mahalle mahalle dolaşıyor, hasar tespit çalışmalarına katılıyor, yöre halkı ile istişare ediyor ve kısa süre içerisinde kalıcı konutların yapılacağı müjdesini veriyor.
Bunu daha öncede gördük. TOKİ marifetiyle Van depreminin yaraları 1 yılda sarıldı. Kartal’da çöken binaların yerine yenileri 11 ay gibi kısa bir sürede yapılarak hak sahiplerine teslim edildi.
Burada da aynı yol izlenecek, ancak daha süratli olunacağı aşikar. Evet, kriz yönetimi oldukça başarılı geçti. Peki ya Risk Yönetimi?
KRİZ yönetiminden RİSK Yönetimine
Hiç kuşkusuz ülkemiz geçirdiği sayısız afet karşısında birçok deneyim kazandı, altyapısını geliştirdi. Afetlere müdahale konusunda kriz yönetimini başarılı olarak sunuyor.
98-99 yıllarında gerçekleşen sel ve deprem afetlerinde günlerce bölgeye ulaşım sağlanamazken, Van ve Elazığ depremleri ile Düzce Akçakoca gibi sel baskınlarında devletin kısa sürede tüm imkanlarını seferber ederek bölgede olduğunu görüyoruz.
Ancak artık kriz yönetiminden kazandığımız tecrübelerimizi risk yönetimine aktarmalıyız. Oluşması muhtemel afetler, etkileyebileceği bölge veya yapılar, oluşması muhtemel zararların önlenmesi, bunların önlenemediği durumlarda da olumsuz etkilerinin asgari seviyeye indirgenmesi için çalışmalar yürütmeliyiz.
Dünya farklı bir yöne gidiyor. Bakınız Birleşmiş Milletler 2030 sürdürülebilir kalkınma hedefleri var. 17 hedeften birisi de sürdürülebilir şehirlerle ilgili 11 nolu hedef..
Biz de bunu zaten Kalkınma Planlarımıza koyduk. Kendimize bir hedef olarak belirledik. Ancak sahada uygulamalarını yeterince göremiyoruz. Bu konudan birinci derece mesul yerel yönetimlerin ellerini yeterince taşın altına koyamadıklarını görüyoruz.
Nitekim bazı yerel basın sitelerine göre Elâzığ Sürsürü Mahallesinde 2017 yılından beri kentsel dönüşüm çalışmaları planlanmış ancak birtakım sorunlar dolayısı ile hayata geçirilmemiş. Burada da yaşanan depremden birçok kayıp verdiğimizi unutmayalım.
Haliyle başkanlarımızın artık kentsel dönüşüm ve gelişimi önceliklendirmeli, bu konuda projeler geliştirmeli ve halkı buna katkı sunmaya davet etmelidir.
Yeni bir uyarı almadan
10 yılda bir büyük bir deprem bizi uyarıyor. 99 depremi ile irkildik, biraz kendimize gelir gibi olduk. Yapılaşma standartlarını geliştirdik, yapı denetimini ön plana çıkardık.
Bunu 2011 Van Depremi sonrası bir adım daha ileriye taşıdık. Kentsel dönüşüm seferberliğini başlattık. Artık 2020 Elazığ milat olsun. Bir 10 yıl daha beklemeyelim.
Dönüşen ve gelişen bir Türkiye’ye doğru
Ülkemiz yarından tezi yok bir dönüşüm ve gelişimi süresine girmeli. Ancak samimiyetle hareket edilmeli. Gerek yerel yönetimler, gerek müteahhitler gerekse de vatandaşlar rant veya gelir kaygısını ön planda tutmamalı, bilakis can ve mal güvenliğini esas almalıdır.
Amacımız sadece yıkılan binanın yerine yenisini yapmak değil, ki bu kentsel değil bina dönüşümü olur, Aksine BÖLGENİN tamamını içerecek şekilde günün koşullarına uygun hale getirmeliyiz.
Bunu yaparken de kendi mimarimize, kültürümüze uygun yapı ve yerleşmeler inşa etmeliyiz ki Bakanlığımız da şu anda buna yönelmiş durumda. Zaten şehirler tarihimiz boyunca en çok önem verdiğimiz yaşam alanlarımız, medeniyetimizin simgesi olmuş, tarihin ilk yerleşimlerine Anadolu ev sahipliği yapmış durumda.
Bir zamanlar medet umulan ve İstanbul’a kurtarıcı gözüyle bakılan Fransız Mimar Henry Prost ile egemenliğimizin başkenti Ankara’yı teslim ettiğimiz Alman Hermann Jansen’e ihtiyacımız yok.
Evet, Depreme hazırlık, sadece konutların güçlendirilmesini içermez. Bina Dönüşümü değil, kentin dönüşümü sağlanmalı. Ulaşım, iletişim, altyapı gibi hususları da kapsamalı.
Dönüşümden amaç her anlamda daha iyisini yapmak olmalı. Öncelikle dayanıklılık, akabinde enerjisini, suyunu verimli kullanma…
Yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanıldığı, akıllı sistemlerinin ön plana çıktığı, sıfır atık gibi yaşam tarzlarının hayatın merkezine konulduğu dönüşümler…
Artık çatılarda güneş panelleri kullanılabiliyor. Ülkemiz güneş konusunda da zengin bir potansiyele sahip. Kendi enerjisini üreten binalar, yağmur suyunu toplayarak değerlendiren binalar, gri su uygulaması ile su kaynaklarının verimli kullanan binalar.
Bunun dışında periyodik denetimler yapılmalı, binalar için kimlik belgeleri geliştirilmeli. Sadece ruhsat vermekle kalmamalı. Belirli zamanlarda yapıda oluşan değişimi gözlemlemek için periyodik denetimler yapılmalı.
Enerji kimlik belgesi uygulaması başladı. Enerjisini verimli kullanan binaya “A Sertifikası” verilirken, enerjisini savuran binalara da “G sertifikası” veriliyor artık. Bu düzenlemenin amacı enerjiyi daha etkin kullanmaya sevk etmek. Vatandaşların alacağı veya kiralayacağı yerlerin enerji giderlerini öngörebilmelerini sağlamak.
Aynen bunun gibi binaların dayanıklılığı için de kimlik belgesi veya etiket düzenlenmeli. İşçilik kalitesi, kullanılan malzemenin miktarı, kalitesi ve dayanıklılığı gibi birtakım bilgileri içermeli.
İnsanlar alım-satım yaparken buna göre hareket edebilmeli. Artık sadece konumundan dolayı kalitesiz işçi ve malzemenin kullanıldığı binaların fahiş bedellere verilmesinden vazgeçmeliyiz.
Bu noktada da bir dönüşüm geçirmeliyiz. Zira yıllarca emek vererek bitirdiğimiz o paralarla aldığımız ve içerisinde rahat edeceğini düşündüğünüz ev, küçük bir deprem veya afette dahi sizlere mezar olabilir.
Coğrafya Kaderdir
Evet, coğrafya kaderdir. Nimetlerinden istifade ettiğimiz gibi elbette ki olumsuzluklarla da baş edeceğiz. “Gülü seven dikenine katlanır” misali.
Ama bu “başımıza ne gelirse kabulümüzdür” anlayışı taşımamalıdır. Olası zararları önleme ve etkilerini azaltmak adına adımlar atacak, ona göre hareket edeceğiz.
Nasıl ki bir deprem bölgesi olan Japonya depremle yaşamasını öğrendi, şehirleri ona göre inşa ettiyse bizim ülkemiz de burada sayılan diğer tüm olumsuzluklarla baş edecek şekilde kendisini geliştirecek. Bu kapasite bizde var.
Yeter ki isteyelim.
Yeter ki aklı selim hareket edelim.
Yeter ki günübirlik çözüm değil de sürdürülebilir, nesiller boyu faydalanılacak çözümler geliştirelim.
Sorunun değil, çözümün bir parçası olalım.
English: Time for urban transformation and development to effectively combat disasters