İklim değişikliği olumsuz sonuçlarını her geçen gün göstermeye devam ediyor. Bu etkilerden dünyanın hiçbir bölgesi ya da ülkesi muaf değil. Üstelik iklim değişikliğinin olumsuz sonuçları sadece çevreyi etkilemiyor. Beraberinde toplumsal yapı ve ekonomi de zarar görüyor.
Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) Ağustos ayında yayımlanan raporu söz konusu çevresel, ekonomik ve sosyal sonuçların daha da kötüleşeceğini işaret ediyor. Rapora göre iklim değişikliğinin etkileri artık daha hızlı, daha yoğun ve daha yaygın olarak gerçekleşecek. Dolayısıyla iklim değişikliğine bağlı afetler ve çevrenin zarar görmesi nedeniyle ortaya çıkacak doğal kaynak krizleri gibi etkenler dolayısıyla çatışmanın ve iklim göçlerinin giderek daha fazla yaşanmaya başlaması kaçınılmaz.
İklim değişikliği giderek daha fazla şiddetleniyor, insanlık tarihinde görülmemiş sonuçlarla karşı karşıyayız
Sanayi Devriminden bu yana küresel ortalama sıcaklıklar yaklaşık 1,1 santigrat derece artış gösterdi. Bunun küresel, bölgesel ve yerel düzeylerde sonuçları artık günlük yaşantımızda görebileceğimiz bir hale geldi. İklim değişikliği konusu artık sadece bilim insanlarının ilgilendiği bir konu olmaktan çoktan çıktı. Geçtiğimiz Ağustos ayı içinde insanlık tarihinde ilk defa Grönland’daki buzul zirvesine yağmur yağdı. Bu bölgedeki hava sıcaklığının daha önce hiç ulaşmadığı seviyede ısındığına işaret ediyor.
İklim değişikliğinin etkisiyle sıcaklık dalgaları, kuraklık ve çölleşme, aşırı yağışlara bağlı seller ve taşkınlar, büyük orman yangınları, fırtınalar sayı, sıklık ve şiddet olarak arttı. IPCC Raporları iklim değişikliğiyle ortaya çıkacak etkiler dolayısıyla küresel çapta eşitsizliklerin büyüyeceğini, yeni yoksulluk alanları ortaya çıkacağını ve iklim değişikliği sebebiyle afetler artarken, geçim kaynaklarının azalacağını, su, gıda ve enerji güvenliği sorunlarının şiddetleneceğini ortaya koyuyor.
BM: İklim krizi tüm ülkeler için ciddi bir ulusal güvenlik sorunudur
Birleşmiş Milletler Afet Riski Azaltım Ofisi’nin (UNDRR) raporları da bu bulguyu destekler nitelikte. Birleşmiş Milletler, yıkıcı etkiye sahip afetlerin son 20 yılda önemli artış gösterdiğini, bu artışın özellikle de iklim ile ilişkili afetlerde gerçekleştiğini ve iklim ile ilişkili afetlerin tüm afetlerin yaklaşık %91’ini oluşturduğu vurgulanmaktadır. Bu sonuçlar iklim değişikliği konusunun artık tehdit çoğaltan bir konu olduğunu ve ülkeler için bir güvenlik meselesi haline geldiğini göstermektedir.
Bu kapsamda günümüzde iklim güvenliği kavramı yaygın biçimde kullanılmaya başlandı. İklim güvenliği sadece insanların yaşamını, ekosistemlerin devamlılığını ve ülkelerin refahını etkileyen, tehlikeye sokan risk ve tehditleri içermiyor. Bunun yanı sıra ikim değişikliğinden daha az etkilenmek doğrultusunda ortaya konulması gereken sera gazı azaltımı ve iklim değişikliğine uyum politika ve eylemlerini de içeren bir kavram.
Günümüzde yaşanan COVID-19 pandemisi insanlığın doğayla olan ilişkini tekrara değerlendirmesi doğrultusunda bir uyarı olarak ele alınmalıdır. Aynı zamanda insanlığın krizlere ne kadar hazırlıksız olduğunu gösteren de bir örnek oluşturmuştur.
Kriz yönetimi yerine risk yönetimi anlayışı benimsenmeli
Bu doğrultuda risk yönetimi ve kriz yönetiminin farklı ama birbirini bütünleyen konular olduğu rahatlıkla görülebiliyor. Risk, gelecekte meydana geleceği tahmin edilen ve ülkeleri ve vatandaşları olumsuz etkileyecek durum ve olaylar olarak tanımlanmaktadır. Kriz ise ülkeleri ve vatandaşları olumsuz etkileyen, ani gelişen ve acil tepki verilmesi gereken durumları ifade etmektedir. Günümüzde iklim değişikliğinin olumsuz sonuçlarının ulaştığı boyutlar hem hâlihazırda ortaya çıkan etkilere hem de ortaya çıkması muhtemel etkilere karşı iklim değişikliğine uyum eylemlerini zorunlu kılmaktadır. Sorun daha oluşmadan ön görülmesi gerekli tedbirlerin alınması hem ekonomik hem sosyal hem de çevresel anlamda daha uygun sonuçlar ortaya çıkartıyor. BM tarafından hazırlanan İklim Değişikliği ve Olası Güvenlik Riskleri raporunda iklim değişikliğinin ortaya çıkardığı/çıkaracağı riskler beş başlık altında ele alınmıştır. Buna göre iklim değişikliği (1) ülkelerin kırılganlıklarını artırarak, (2) Ülkelerin onlarca yıllık kazanımlarını geri götürecek düzeyde önemli kalkınma sorunları oluşturarak, (3) göçmenlik ve/veya mültecilik sorunları oluşturacak koşulları meydana getirerek, (4) İnsanları yaşadıkları yerlerden veya ülkelerden ayrılmak zorunda bırakarak, (5) Doğal kaynak krizleri nedeniyle ülkeler arasındaki rekabeti ve çatışmaları körükleyerek önemli güvenlik riskleri ortaya çıkarıyor.
IPCC: Gelişmekte olan ülkeler iklim değişikliğinin etkilerine karşı daha kırılgan
İklim değişikliği krizi toplumlar arasındaki gerginlikleri daha üst boyuta taşıyan sonuçlarla geliyor. Bu ise beraberinde konunun çatışma ve güvenlikle birlikte ele alınmasına neden oluyor. Üstelik bu ülkelerde nüfus artış hızı da oldukça fazla. Özellikle gelişmekte olan ülkeler için küresel ısınma daha önemli bir sorun. Çünkü bu ülkelerin geçim kaynakları daha çok doğa ile ilişkili sektörlerle alakalı ve bu ülkelerin iklim değişikliğiyle mücadele etme ve sonuçlarına uyum sağlama kapasiteleri gelişmiş ülkelerden oldukça düşük.
Bu kapasitenin geliştirilmesi konusu gerek 1992 yılında BM tarafından düzenlenen Rio Zirvesi sonucunda kabul edilen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nde (BMiDÇS) gerekse 2015 yılında BMİDÇS 21. Taraflar Konferansı sonucunda Kabul edilen Paris Anlaşması’nda vurgulansa da gelişmiş ülkelerin özellikle finansman desteği sağlamak doğrultusundaki taahhütlerini yerine getirmemesi süreci daha da karmaşık bir hale sokuyor. IPCC raporlarına göre bu ülkelerin halkları aynı zamanda dünyanın iklim ile ilişkili afetlerden en fazla etkilenen bölgelerinde ikamet ediyor. Bu ise iklim krizinden daha fazla zarar görmelerine neden oluyor. İklim değişikliğiyle ilişkili aşırı hava olaylarından 2000-2019 yılları arasında Mozambik, Zimbabve, Bahamalar, Puerto Rico, Myanmar ve Haiti gibi ülkeler en çok etkilendi. 475.000 kişi öldü ve yaklaşık 2.56 trilyon dolarlık küresel kayıp yaşandı.
İklim göçmeni ve iklim mültecisi kavramları farklı kavramlardır
Hâlihazırda başta Küçük Ada Devletleri ve pek çok hassas toplum, iklim değişikliğinin olumsuz etkilerini ve iklim güvenliği sorunlarını ağır bir biçimde yaşamaktadır. Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP), iklim değişikliğine bağlı olarak deniz seviyesinin yükselmesi nedeniyle Kiribati, Maldivler, Marshall Adaları ve Tuvalu gibi ada devletlerinin varlığının tehlikede olduğu uyarısında bulunuyor. Bu sorunların beraberinde iklim göçünü ve iklim mülteciliğini ortaya çıkarması ise kaçınılmaz
Göçmen ve mülteci kavramları sıklıkla birbirinin yerine kullanılmaktadır. Ancak iklim göçmeni ve iklim mültecisi kavramları ise farklı kavramlar. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin yaklaşımına göre mülteciler, ırk, din, milliyet, belirli bir toplumsal gruba mensubiyet veya siyasi görüş nedeniyle maruz kaldıkları işkence ve çatışmalardan kaçan ve ulusal sınırları aşarak güvenli bir bölgeye ulaşmayı amaçlayan kişilerdir. Mültecilerin ülkelerine dönüşleri can güvenlikleri açısından sorun teşkil edecektir. Bu nedenle 1951 Mülteci Sözleşmesine göre uluslararası hukuk tarafından korunmaktadırlar. Bu açıdan mülteci olarak tanımlanmak çok önemlidir ve hakları içerir.
Diğer bir kavram olan göçmen ise, yaşamları doğrudan tehlikede olduğu için değil, yaşam koşullarını iyileştirmek için hareket etmeyi seçen ve bu kişilerin ülkelerine geri dönmelerinin mümkün olduğu kişileri tanımlamak için kullanılmaktadır. Göç son yıllarda hızla artmıştır. 2019’da 82 milyonu Avrupa ülkelerinde ikamet eden 272 milyon uluslararası göçmen bulunmaktadır. Sadece uluslararası göçün değil, ülkelerin kendi içinde gerçekleşen göçün de önemle ele alınması gereği vardır. BM rakamlarına göre günümüzde küresel çapta ülke içinde 763 milyon kişinin göç ettiği belirtilmektedir.
Göçler pek çok farklı nedenden dolayı gerçekleşse de göçe neden olan faktörler genel olarak sosyoekonomik, politik ve çevresel faktörler olarak gruplandırılabilir. Ekonomik yapı, gelir ve işsizlik önemli faktörler iken; siyasi nedenler, özellikle güvenlik ve özgürlük konusu, çatışmalara yol açabilir. Aşırı sıcaklık artışlarının neden olduğu fırtına, kuraklık, sel gibi çevresel faktörlerin yanı sıra hava ile ilgili faktörler de göçün önemli nedenleridir. Günümüzde çevresel sorunlar, yerinden edilme ve göçle giderek daha fazla ilişkilendirilmekte ve iklim değişikliği ve göç konusu daha yaygın hale gelmektedir. Dünya Bankası tarafından yapılan çalışmalar ile 2050 yılında Sahra Altı Afrika’da, Güney Asya’da ve Latin Amerika’da iklim değişikliği etkisiyle hassas durumda olan 140 milyon kişinin göç etmek durumunda kalacağı ve bunun ise kentleri ve buradaki toplumsal hassas grupları etkileyeceği ortaya konulmuştur.
İklim değişikliğinin etkileri nedeniyle göç etmek zorunda kalanların statüsünün ne olacağı hususundaki tartışmalar halen sürmektedir. Bu kapsamdaki tartışmaların fitilini 2014 yılında Büyük Okyanus’un ortasında bulunan Tuvalu Adası’ndan iki çocuklu dört kişilik bir ailenin Yeni Zelanda’ya iltica başvurusu yapması ve oturma hakkı elde etmiş olması yakmıştı.
Bu yılın Haziran ayında ise Bangladeş Dışişleri Bakanı Abul Kalam Abdul Momen klim değişikliği nedeniyle yerinden edilen Bangladeşli iklim mültecilerinin sayısının 10 milyonu aştığını açıkladı. Momen, hâlihazırda yaklaşık 1,1 milyon Arakanlı Müslümana ev sahipliği yapan ülkesinin iklim değişikliğinden olumsuz yönde etkilendiğini belirterek, 2050 yılına kadar deniz seviyesinde meydana gelmesi öngörülen yükselmenin Bangladeş kıyılarının %17’sini sular altında bırakmasıyla 20 milyondan fazla kişinin etkilenmesinin ve göç etmek durumunda kalacaklarının ön görüldüğünü belirtmişti.
İklim ile ilişkili sorunlar nedeniyle göç eden ülkeler özellikle Afrika ve Asya ülkeleri. Ancak bunların yanı sıra Kuzey Amerika ve Avrupa’nın bazı bölgelerindeki insanlar da göç etmek zorunda kalabiliyor. Dolayısıyla iklim değişikliğinin etkisi şiddetlendikçe bu ülkelerden göç hareketlerinin de artması önemli bir olasılık olarak ortaya çıkıyor.
Uluslararası Gündem ve Türkiye
Göç ve iklim ilişkisi ve önlemleri, çeşitli uluslararası iklim değişikliği anlaşmalarında da yer almaktadır. İklim değişikliği ve göç arasındaki ilişki, 2010 Cancun Uyum Çerçevesi bağlamında Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) kapsamındaki çalışmalarda ilk kez yer almıştır ve bu alanlarda iş birliğinin güçlendirilmesinin önemi vurgulanmıştır. Varşova Uluslararası Mekanizması, iklim değişikliğine bağlı hasarı azaltmak için belirlenen yaklaşımları bünyesine katmış ve belirlenen beş ana stratejik çalışmaya insan hareketliliği dâhil edilmiştir.
İklim değişikliği ve göç arasındaki bağlantıyı ele alan bir diğer önemli BM belgesi, 2015 yılında kabul edilen BM 2030 Gündemi ve Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarıdır. SKA-10: Eşitsizliklerin Azaltılması kapsamındaki Hedef 10.7, iklim değişikliği ve sonuçlarıyla mücadele etmek için derhal harekete geçmeyi içerir ve hedeflerden biri güvenli, düzenli ve sorumlu göçü kolaylaştırmaktır. BM’nin Sendai Afet Riski Azaltma Çerçevesi 2015-2030’da da iklim değişikliği ve göç arasındaki ilişkiye yer verildiği görülmektedir. Küresel Göç Sözleşmesi, uluslararası göçe kapsamlı ve bütünsel bir yaklaşım getiren başka bir belgedir ve doğal afetler, iklim değişikliğinin olumsuz etkileri ve çevresel bozulma ile ilgili taahhütleri içermektedir.
Ülkeler göçmen ve mülteci akını ile uğraşırken, belgesiz göçmen akışını kontrol etmek için kısıtlayıcı politikalar uygulamaya konmuş ve özellikle AB’nin belgesiz göçü önleme çabaları artmıştır. 2015 mülteci kriziyle birlikte zorunlu göç ve sığınmacılar konusu AB dâhil tüm ülkelerin gündeminin merkezine oturdu. Bu, iklim değişikliği ve göçü birbirine bağlayan uluslararası çalışmaların ve anlaşmaların yolunu açtı.
İklim değişikliğinin olumsuz etkileri ve yol açtığı güvenlik ve göç sorunları diğer ülkeler için olduğu gibi ülkemiz için de önemli bir gündem maddesi. Türkiye, IPCC raporlarında da vurgulandığı gibi Akdeniz makro-iklim bölgesinde yer alan bir ülke olarak iklim değişikliğinin olumsuz etkilerine oldukça açık bir konumda. Önümüzdeki süreçte sıcaklıkların artması ve yağışların azalması bekleniyor. Bu hususun kalkınmayı olumsuz yönde etkileyeceği, bölgesel eşitsizliklere neden olacağı, su ve gıda güvenliğini olumsuz yönde etkileyeceği ön görülmekte. Türkiye coğrafi konumu, toplumsal yapısı, tarihsel yakınlıklar ve ekonomik koşulları itibariyle insan hareketliliğine karşı özellikle açıktır. Bu etkinin daha derin olarak bilimsel çalışmalarla araştırılması gereği bulunmaktadır.
İklim değişikliğine bağlı etkiler nedeniyle göçlerin gerek afetler gerekse kıt doğal kaynaklar nedeniyle ortaya çıkan/çıkacak olan çatışmalar nedeniyle artacağının ön görüldüğü koşullarda özellikle Afganistan gibi uzak ülkelerden Türkiye’ye göçü açıklayan pek çok etkenin yanında günümüzde iklim değişikliği de artık önemle ele alınması gereken bir husus olmuştur.
Türkiye’ye yönelik potansiyel göç hareketlerini tahmin etmek kritik öneme sahiptir. Bu göç hareketlerinin kökeninde yatan çok farklı sebeplerin olabileceği unutulmamalıdır. Türkiye’ye gelen göçmenler, yalnızca çatışma veya iklim değişikliğinden değil, aynı zamanda tarihi veya kültürel bağlardan dolayı da gelebilmektedir. Ayrıca gönderen devletler ile alıcı devletler arasında bir geçiş ülkesi olması dolayısıyla Türkiye bazı belirsizlikler de yaşamakta ve bazı göçmenler sıklıkla ülkemizde kalmaktadır.
Göç hareketlerini komşu ülkeler bağlamında değerlendirdiğimizde 2021’de Irak’ta yaşanan kuraklık ile ülkemize hemen göç hareketlerinin başlamasını bekleyemeyiz. İran’daki durum için de aynı şey söz konusudur. Kuraklığın sürekli olması durumunda insanlar önce iç göç sonra dış göç gerçekleştireceklerdir. Halihazırda gerçekleşen göç hareketleri bağlamında ise özellikle Güney Asya’dan da Türkiye’ye göçlerin gerçekleştiği görülmektedir. Afganistan, Ağustos 2021 itibarıyla Türkiye’de en fazla düzensiz göçmene sahip ülke olurken, Pakistan üçüncü sırada yer almaktadır. Kuraklık, 2021 yılında Afganistan’ın %80’ini etkilemiştir. Ancak Afgan göçünün tek nedeni kuraklık değil, Taliban’ın ilerlemesinin neden olduğu çatışmalardaki artıştır. Dolayısıyla özellikle Suriye ve Afganistan örnekleri üzerinden gerçekleştirilen sayısız göç araştırmasının da ortaya koyduğu üzere; kuraklık ve diğer iklime bağlı afetlerin yaşam koşullarını kötüleştirmesinin yanı sıra, merkezi ve sosyal devletin güçlü olmadığı durumlarda radikal grupların oluşumunda ve iç çatışmalarda artış ortaya çıktığı görülmektedir. Bu bakımdan bu bölgelerde yaşanan göçlerin tek sebebi kuraklık olmamakla birlikte, kuraklığın Ortadoğu bölgesindeki siyasi istikrarsızlık ve farklı uluslararası güçlerin bölgede kendi aralarında yaşadıkları uyuşmazlıklarla birlikte, özellikle tarıma dayalı işlerle hayatını idame eden yerel halkların yaşam şartlarını kötüleştiren ve göçü tetikleyen en önemli başlangıç etmenlerinden biri olduğu söylenebilir.
Türkiye, içinde bulunduğu bölgede siyasi istikrar açısından en güvenilir, demokratik, ekonomik olarak gelişmiş ülke olması, dini ve kültürel benzerlik/yakınlıklar ve Avrupa ve ABD’ye geçiş için transit ülke olması dolayısıyla da bölgenin göç cazibe merkezi haline gelmiştir. Gelecekte hem iklim değişikliği nedeniyle hem de farklı nedenlerle Güney Asya, Balkanlar, Karadeniz ve Ortadoğu’dan gerçekleşen göçlerin artması Türkiye ve AB ülkeleri için yüksek tehdit olarak görülmektedir. İklim göçü konusunun uluslararası gündemde öneminin arttığı günümüz koşullarında, göç yönetiminin iklim değişikliğinin etkileri ile birlikte ele alınması kritik önem taşımaktadır.