Fıtrat gereği insanoğlu sürekli gelişimi kovalamış ve hayatı kolaylaştırmak adına hep yeni arayışlarda bulunmuştur. Bu itibarla önce avcı toplumdan tarım toplumuna, oradan da art arda gerçekleşen sanayi toplumuna bir dönüşüm yaşanmıştır.
Dünya varlıkları ile mukayese edildiğinde nispeten daha kısa bir geçmişe sahip olan ve bilim insanlarına göre antropolojik açıdan yaklaşık 300.000 yıldır varlığını sürdüren insanların bu süreçte ekosistem dengesinde büyük değişimlere neden oldukları görülüyor. Hayvanların evcilleştirilmesi, tarım devrimi, sanayi devrimleri bu etkileri yükselten dönüm noktaları oldu.
Maddesel ayak izi büyüyor
Sağlanan bu gelişmeler bir yandan hayatı kolay kılarken diğer yandan da aşırı ve hızlı kaynak tüketimine yol açtı. Sonuçta da dev atık dağlarının oluşmasına sebebiyet verdi. Birleşmiş Milletler (BM) değerlendirmelerine göre 20. yüzyılın başında sadece 7 milyar metrik ton olan malzeme çıkarımı 1990’da 43 milyar metrik tona, 2000 yılında 54 milyar metrik tona, 2017 yılında ise 92 milyar metrik tona ulaştı.
Nüfus artışına rağmen bireysel bazda da durum değişmedi, bu noktadaki önemli göstergelerden biri olan maddesel ayak izi sürekli artış sergiledi. 1990 yılında 8,1 metrik ton olan kişi başı maddesel ayak izi, 2017 yılında %50 artışla 12,2 metrik tona ulaştı. Ülkeler açısından ele aldığımızda ise bu değerin gelişmiş ülkelerde 27 metrik ton olduğunu görüyoruz. Buna karşın düşük gelirli ülkelerdeki değer ise gelişmiş ülkelerdeki değerin sadece 13’te birine denk gelen 2 metrik ton. Gelişmiş ülkelerin çoğu kendi yerli kaynaklarının yetersizliğinden dolayı düşük gelirli ülkelerdeki kaynakları kullanıyor. Temel bazda gelişmiş ülkeler, kişi başı kullanımda 9,8 metrik ton birincil madde çıkarımını diğer herhangi bir ülkeden sağlıyor.
Önlem alınmadığı takdirde ise 2060 yılında malzeme çıkarımının yıllık bazda 190 milyar metrik tona ulaşması bekleniyor. Bu noktadaki uyarılar yeni değil. Yarım asır önce, 1968 yılında, aralarında çok sayıda akademisyen, ekonomist, politikacının yer aldığı ve gezegenin karşı karşıya kaldığı problemlere çözüm üretme amacı ile kurulan Roma Kulübü tarafından “Büyümenin Limitleri” isimli bir eser yayımlanıyor. Nüfus artışı, aşırı kaynak kullanımı gibi etkilerin gezegenin kapasitesini zorladığı, tüketimin bu denli seyretmesi halinde de 100 yıllık süre içerisinde kaynakların tükenebileceği vurgulanan ve Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MIT) iş birliği ile geliştirilen rapor o dönemde 30 milyondan fazla satıyor.
Yeni bir dönem başlıyor
Bilim insanlarına göre jeolojik olarak Holosen’den sonra yeni bir çağa girmiş bulunuyoruz. Yaklaşık 300 yıl önce başlayan ve Antroposen olarak anılan çağa “İnsan Çağı” adı veriliyor. Bu değerlendirmeyi yapan uluslararası kuruluşlardan biri de BM Kalkınma Programı (UNDP).
UNDP, 1990’dan beri İnsani Gelişme Raporları (İG) yayımlıyor. İnsanların daha müreffeh bir yaşam sürmeleri için ülkelere bir nevi yol gösterici olan raporlarda eğitim, sağlık ve gelir gibi birçok parametre ele alınarak mukayeseler yapılıyor. Ancak bu yılki raporda bir farklılık vardı.
15 Aralık 2020 tarihinde tanıtılan İG Raporunda, ilk kez, karbon ayak izi ve maddesel ayak izi gibi değerlendirmeler içeren çevresel konular da ele alındı. Böylece sürdürülebilirlik ilkesinin üç temel sacayağından sosyal ve ekonomik hususlar ile birlikte çevresel hususlar da değerlendirmeye alınmak suretiyle insani gelişme endeksleri oluşturuldu. Raporda öne çıkan en önemli nokta ise insan çağına girdiğimizin vurgulanması oldu. Anılan Raporda, insanın doğanın düzenine uymak yerine kendi düzenini oluşturduğu, böylelikle doğa üzerine hakimiyet kurduğu, kaynakları da fütursuzca kullandığı bir dönemden geçtiğimiz belirtiliyor. COVID-19, iklim krizi ve benzeri felaketlerin de esasında bunun doğal bir sonucu olduğu ifade ediliyor.
İnsan Çağı
İnsanlığın dünyamızda baskın güç olduğu aşikâr. Önceki dönemlerde doğanın insan ile dengeli bir durumu söz konusu iken Antroposen ile başlayan dönemde insanın doğa üzerinde bir hakimiyeti oluşmuş ve günümüzde de etkilerini gördüğümüz “geri döndürülemez” zararlara yol açmıştır. Bu durum yapılan birçok bilimsel çalışma ile de teyit ediliyor.
İsrail merkezli Weizmann Bilim Enstitüsü tarafından yapılan ve 9 Aralık 2020 tarihinde Nature’da yayınlanan “Global human-made mass exceeds all living biomass” isimli çalışmaya göre insan eliyle yapılan ve antropojenik olarak adlandırılan yapıların kütlesi ilk kez var olan doğal canlı varlıkların (biyosfer/biyokütle) kütlesine eşitlendi.
Sözü geçen çalışmada, biyokütleye denizlerdeki tüm balıklar, topraktaki mikroorganizmalar, yeryüzündeki ağaç ve çalılar, havadaki kuşlar ve ismine yer verilmeyen her türlü canlı grubu değerlendirmeye alınıyor. İnsanlar tarafından üretilen bitkisel gıda ve evcil hayvanlar da yine bu kategoriye dahil ediliyor. Yapılan analizlere göre günümüzde dünya biyosferinin kuru bazda 1,2 trilyon ton ağırlığa ulaştığı değerlendiriliyor. Bu ağırlığın büyük çoğunluğunu, yaklaşık %90’ına yakınını ise hiç kuşkusuz ağaçlar oluşturuyor. Ki bu ağaç sayılarının, medeniyetin başlangıcından bu yana yarı yarıya azaldığı öngörülüyor. Buna mukabil antropojenik kütle için de insanların yaptığı her türlü köprü, bina, uçak, ev, ofis, gemi, araba, yol, tünel, baraj, fabrika ve daha nice eşya ve ürünler kapsama alınıyor. Ancak, 1820 başlangıç zamanı olarak kabul ediliyor. Öncesindeki antropojenik üretimin ihmal edilebilir değerde olduğu öngörülüyor. Yine, madencilik gibi alanlarda işlenen ana ürün dışında çıkarılan malzemeler ile deniz ve göl gibi su kaynaklarındaki tarama faaliyetlerinde yer değiştiren malzemeler de hesaplamalara dahil edilmiyor. Aynı şekilde, uzun süre kullanılmayan – terk edilmiş bina, hurdaya ayrılmış araç gibi – altyapılar atık olarak değerlendiriliyor, dolayısıyla hesaplamalara dahil edilmiyor. Atıkların dahil edilmesi halinde ise antropojenik üretimin doğal yaşamı yaklaşık olarak 7 yıl önce, 2013 yılında geçtiği belirtiliyor.
Katlanan bir artış var
2020 tarihli Nature çalışmasına göre 20. yüzyılın başında insan yapımı kütlenin toplamı, canlı kütlenin sadece %3’ü kadarı iken günümüzde bu değerler eşitlendi. İnsan yapımı imalatlar her 20 yılda bir ikiye katlanarak artıyor. Keza, son yıllarda insan eliyle yapılan antroposfer veya diğer bir tabirle teknosfer adı verilen yıllık bazda 30 milyar metrik tonluk bir üretim var. Bu aynı zamanda 7,8 milyar nüfusun her bireyinin sadece bir haftalık süre içerisinde kendi ağırlığını aşan miktarda bir malzeme ürettiği manasını taşıyor. Tuğla yapılar yerini betonarme yapılara bırakıyor. Yollar asfalt ile döşeniyor. Dev gökdelenler inşa ediliyor. Bir yandan kaynaklar tükeniyor, bir yandan da geri döndürülemez etkiler oluşuyor.
1900 yılında, dünya biyokütlesinin sadece %3’ü olan ve 35 milyar ton olduğu değerlendirilen antropojenik üretimler, 20. yüzyılın ortalarında ikiye katlanarak 70 milyar tona ulaştı. Takip eden süreçte, özellikle bolluğun görüldüğü ikinci dünya savaşına müteakip dönemde –ki tarihte “Büyük Hızlanma” olarak anılan dönemde– antropojenik üretim büyük bir artışla yarım trilyon tonu aştı. Son 20 yılda da yine bir ikiye katlanma ile 1,2 trilyon ton seviyelerine ulaştı. Susuz bazda, dünyamızdaki; Doğal canlı kütle ile yapay kütle şu anda eşitlendi. Diğer bir ifade ile doğal canlı kütlesi yapay kütle ile eşitleniyor. Evet, insan krallığı büyüyor. Büyürken de doğayı tüketiyor. Dolayısıyla doğa küçülüyor. Aynı trendin devam etmesi halinde ise 2040 yılında 3 kat artış yaşanması bekleniyor.
Canlılardaki su varlığının dahil edilmesi halinde ise dünyadaki biyokütle ağırlığı 2,2 trilyon metrik ton olarak ifade ediliyor. Bu durumda antropojenik üretimin 2037 yılında geçmesi öngörülüyor. Oluşan atıkların dahil edilmesi halinde ise bu geçişin 2031 yılında gerçekleşmesi bekleniyor.
Beton uzak ara önde
Çalışmaya göre 1900’lerin başında hayatımıza giren ve 1950 sonrası ivmelenerek artış gösteren, günümüzde 8 milyar metrik tona ulaştığı değerlendirilen, yarısının atık haline gelmiş olmasına rağmen bunun sadece %9 gibi küçük bir değerinin geri kazanıldığı, ezici çoğunluğunun ise su kütleleri ile karalara gelişigüzel bırakıldığı plastik miktarının da su ve karasal hayvan ağırlığının hemen hemen 2 katını geçtiği belirtiliyor.
Bina ve yol, köprü, kanal gibi altyapı elemanlarının kütlelerinin de en biyosferin yaklaşık %90’ını oluşturan çalı ve ağaçların susuz kütlesini geçmiş durumda. Antropojenik malzemelerin miktar olarak yarısını beton oluşturuyor. Kum ve çakıl gibi malzemeler de dahil edildiğinde bu değer %80’e kadar çıkıyor. Tuğla, asfalt, plastik, metal ve diğer malzemeler de kalan kısmı oluşturuyor.
Zirvede bitkiler var
Bir asrı aşan yayın hayatına sahip Amerikan Ulusal Bilimler Akademisi Dergisinde (PNAS) yer alan “The biomass distribution on Earth” isimli 2018 tarihli bir yayına göre dünyadaki doğal canlı varlığın (biyokütlenin) en az %83’ünü bitkiler oluşturuyor.
İkinci sırada ise %13 ile bakterilerin olduğu vurgulanan çalışmada geri kalan her canlının toplam etkisinin sadece %5 olduğu değerlendiriliyor. İçlerinde boyu 30 metreyi, ağırlığı 150 tonu aşan mavi balinaların dahi yer aldığı deniz ve okyanus sakinleri ise biyokütlenin sadece %1’ine eşit. Dolayısı ile yaşamın çoğu karada. Bunun da 8’de birini toprak altındaki derinliklerde yaşayan mikroorganizmalar oluşturuyor.
Doğal canlı varlıklar azalışta
Nature’da yer alan 2015 tarihli bir çalışmaya göre dünyamızın 3 trilyon ağaç barındırdığı tahmin ediliyor. Ancak ilk tarım devriminden bu yana insanlar, tarım ve ormansızlaşma gibi arazi kullanım değişiklikleri yoluyla dünyadaki bitki biyokütlesini yaklaşık yarısının yok edildiği tahmin ediliyor.
Memelilerde durum daha da endişe verici durumda. 2018 tarihli PNAS’taki çalışmaya göre ise medeniyetin gelişmeye başladığı andan bu yana yaban memelilerin %83’ü, deniz memelilerinin %80, bitkilerin %50’si, balıkların ise %15’inin yok olduğu belirtiliyor. 3 asır boyunca süren balina avcılığı, deniz memelilerinin sadece 5’te birinin kalmasına neden olduğu vurgulanan hususlar arasında yer alıyor. Yeryüzündeki memelilerin %60’ını insan eliyle kurulan ve çoğunluğu büyükbaş ve domuzlardan oluşan çiftlik hayvanları oluşturuyor. İnsanlar, tüm memelilerin %36’ını oluştururken, içlerinde 6 metre boyundaki zürafaların ve 6 ton ağırlığındaki fillerin dahi yer aldığı tüm yabani hayvanlar ise memelilerin sadece %4’ünü temsil ediyor. Keza, günümüzde insan varlığının kütlesi ile yetiştirdiği çiftlik hayvanları varlığının yaban hayatını geçmiş durumda olduğu belirtiliyor çalışmada. Kuşlar için de çok aynı şeyleri söylemek mümkün. Kümes hayvanlarının kütlesi yaban kuşları kütlesinin 3 katına ulaşmış durumda.
Yine aynı çalışmaya göre 7,8 milyar insan var. Her yıl ülkemiz nüfusu kadar da bir artış yaşandığı 7,8 milyarlık insan nüfusunun kütlesel bazda etkisi yok denecek kadar az. Öyleki toplam canlı kütlesinin sadece %0,01 -onbinde birine- tekabül ediyor. Hatta ve hatta dev bir terazinin bir kefesinde insanlar, diğer kefesinde göremediğimiz, milimetrenin binde biri mikronlarla ifade edilen bakteriler yer alsa, bakterilerin bulunduğu kefe çok ağır basacak. Zira dünyadaki tüm bakterilerin kütlesinin tüm insan kütlesinin 1.166 katı olduğu değerlendiriliyor. Eklembacaklıların dahi toplam kütlesinin insanlığın kütlesinden 17 katına eşdeğer olduğu öngörülüyor. Ancak, gezegendeki ayak izleri inanılmaz boyutlara ulaşmış durumda. Tarımsal kullanım, yoğun ahşap kullanımı ve kentsel gelişme gibi faaliyetler dolayısı ile yaban hayatı yaşam alanlarının tahrip edilmesi bilim insanlarınca tarihteki 6. kitlesel yok oluşa gidildiği şeklinde yorumlanıyor.
Atık dağları oluşacak
İnsan eliyle doğal dengenin bozulduğunun en büyük göstergelerinden biri olan bütün bu bilimsel çalışmaların sonuçlarını esasında yaşayarak görüyoruz. Rekor kıran sıcak hava dalgaları, aylarca süren yangınlar, tarihteki en büyük sıcaklık ve kasırgalar, toz fırtınaları, su ve gıda krizleri olarak bize geri dönüyor. Yine; kuraklık ve su krizleri, ekilebilir tarım alanlarındaki bozunumlar, güvenli gıdaya erişim gibi sorunlar yaşıyoruz. Biyoçeşitlilik kaybı ve türlerin yok oluşu da canlı varlığın geleceğini tehdit eden en büyük sorunlardan biri.
Yine, insan eliyle yapılan tüm bu yapıların bir ömrü, bir dayanım ve verimli kullanım süreleri var. Hiçbirisi sonsuz bir kullanım ömrüne sahip değil. Er ya da geç atık haline gelecek. İçlerinde birkaç dakika kullanılan plastik türevli poşetler veya birkaç aylık ömre sahip meşrubat şişeleri olabildiği gibi birkaç yüzyıl kullanım ömrü olan binalar da bulunabiliyor. Ancak, en nihayetinde atık olma potansiyeline sahipler. Diğer bir tabirle günümüzde üretilen hemen her eşya, her ürün aynı zamanda birer atık. Dolayısı ile atık dağları üretiyoruz.
Gelecek 20 yılda oluşacak atık miktarı geçtiğimiz 110 yıllık süredeki atık miktarına eşdeğer olması bekleniyor. Yine, çoğunluğu 1960 sonrasında üretilen antropojenik (insan yapımı) malzemelerin kullanım ömürleri bitiyor. Yani, çok büyük atık akışı ile karşı karşıya olacağız.
Ekileni biçiyoruz
Dünya halihazırda COVID-19 salgınına yoğunlaşırken iklim değişikliği, güvenli su ve gıdaya erişim gibi diğer krizler birilerini etkilemeye, birtakım kişiler de bunun bedelini ödemeye devam ediyor. Sadece içinde bulunduğumuz yıla baktığımızda, Atlantik Kasırga Sezonunda rekorların kırıldığı, Kasım ayının kayıtlardaki en sıcak ay olarak tarihteki yerini aldığını, aylarca süren ve sadece ağaç varlığı değil aynı zamanda on binlerce canlı türünün de yok olmasına neden olan Avustralya, Sibirya ve Kaliforniya’da yangınlar ve daha niceleri… Kısacası ektiğini biçiyor insanlık.
Ancak şu anda pürdikkat COVID-19’a kilitlenmiş durumdayız. Oysaki COVID-19 bir uyarı. Yıllardır bilim insanlarınca böylesi bir pandeminin olabileceğine dair bilgiler paylaşılıyordu. Hükümetlerarası Biyoçeşitlilik ve Ekosistem Platformu (IPBES) tarafından hazırlanan 2020 Pandemi Çağı konulu raporda da belirtildiği üzere orman alanlarının, yani yaban hayatı habitatlarının azalması, yaban hayatı ticareti ve bu hayvanların gıda ve tedavi amaçlı tüketimi gibi etkenler esasında yaban hayvanları ile biz insan ve çiftlik hayvanlarını daha da yakınlaştırdı. Doğal olarak da hastalığa yol açan patojenlerin bir canlıdan diğer canlıya geçmesine adeta davetiye çıkarılmış oluyor.
Yakın geçmişte yaşanan Ebola, Zika, İnfluenza bu hastalıklardan sadece birkaçı. Keza hala çaresi bulunamamış HIV virüsü ve son bir yıldır dünya kamuoyunu meşgul eden COVID-19 yine hayvan kaynaklı virüsler. Yine IPBES Raporuna yıllık beşten fazla yeni hastalık ile karşılaşıyor insanlık, ki her biri yayılma ve pandemi olma olasılığı taşıyor. Çünkü çevre üzerindeki baskılar arttı. Ne yazık ki bu baskılar son yüzyılda katlanarak artış gösterdi. Evet, insanlık inanılmaz gelişti. Ancak dünyayı bir uçurumun kenarına getirdi. Şimdi yeni bir çağa girdik. İnsan çağına. Yani insanların tercihine göre yaşayan ilk insanlar olacağız.
UNDP 2020 İnsani Gelişme Raporunda da vurgulandığı gibi mademki bu çağ biz insanların oluşturduğu bir çağ, o halde bunu değiştirebilecek olan da bizleriz. Biz bu çağın son nesli değil aksine ilkiyiz belki de. Şu anda dünyayı adeta saran COVID-19 sadece bir uyarı. Doğa üzerindeki baskı azalmadıkça da son da olmayacak gibi. Dolayısıyla doğa temelli çözümlerin geliştirilmesi noktasında adımlar atmalıyız.
2020 UNDP İG Raporuna göre dünya nüfusunun %80’i gezegenin korunması gerektiğini düşünüyor. Ancak söylemlerini eyleme dökenlerin oranı ise bunun ancak yarısı. Ülkeler ticari anlamda birbirine bağlı hatta bağımlı durumda. Bir bakıma gezegenimizde oluşan bir hasar, bu nedenle herkesi etkiliyor. Dolayısıyla Mezkûr İS Raporunda, daha az bencil olma ve doğaya saygılı olma öneriliyor.
Esasında gezegenin sağlığı, türlerin sağlığı ve insanlığın sağlığı birbiri ile etkileşim içerisinde. Birinden birisi zarar görürse diğerlerinin de zamanla bundan etkilenmesi kaçınılmaz. O yüzden “Tek Sağlık – One Health” yaklaşımı var artık dünyada. Ortak sağlık problemimiz var.
Çözüm noktasında uluslararası boyutta müşterek hareket etmek de mümkün. Çünkü 2018 Bonn’daki üst düzey toplantıda önümüzdeki on yılın ekosistemleri iyileştirme dönemi olarak ele alınması öneri olarak sunuldu. 2019 Marttaki BM Genel Kurulunda (UNGA) resmi olarak kabul edildi bu teklif. Bu itibarla etkileri her gün artan iklim değişikliği, biyoçeşitlilik, su krizi, güvenli gıdaya ulaşma gibi sorunlara küresel boyutta yoğunlaşılacak.
Çevre Odaklı Büyüme
Günümüz dünyasında yaşanan sorunlar karşısında yeni bir düzene girdiğini görüyoruz. Çevreyi merkeze alan bir dönüşüm. Sınırlı kaynakları daha etkin ve verimli kullanmayı amaç edinen bir yaklaşım. Döngüsel bir yaklaşıma geçiyor. Doğadan ilham alan bir yaklaşım. Doğa temelli adeta.
Doğada israf yok. Dönüşüm var. Her şey özüne dönüyor. Hiçbir şey zayi olmuyor. Dünya bu yaklaşıma, döngüsel ekonomi modeli adı verilen dönüşüme geçiyor. Bu itibarla 2015 yılında Birleşmiş Milletler 2030 yılını esas alan 17 adet Sürdürülebilir Kalkınma Amacı belirledi. Bunlardan birisi de “Bilinçli (Sürdürülebilir) Üretim ve Tüketim” Amacı. Kaynakları verimli kullanmayı, israfı durdurmayı esas alıyor.
Al-kullan-at işleyişi terk ediliyor. “Üret – kullan – tekrar kullan – değerlendir” tarzı model olan döngüsele geçiyor. Döngüsel model sadece geri dönüşüm demek değil; Temiz enerjiyi, Tekrar kullanılabilirliği, Tamir edilebilirliği, Dayanıklılığı merkeze alan bir yaklaşım. Dolayısıyla atık oluşturmayan sıfır atık temelli bir yaklaşım. Bu noktada herkese iş düşüyor. Düşük su ayak izi, düşük karbon ayak izi veya kısacası düşük çevresel ayak izi olan yaşam tarzına geçiş. Beslenmede bu yöntemin sağlanması… Giyim kuşam da hakeza. İsrafın önlenmesi.. Gereksiz kullanım, alım ve tüketimden kaçınılması…
Biz de ülkemizde, bu itibarla sıfır atık hareketi başlattık. Cumhurbaşkanımızın eşi Saygıdeğer Emine Erdoğan Hanımefendinin himayelerinde her geçen gün büyüyen, Dünyada ses getiren bir hareket. Bir dönüşüm hareketi esasında. Kaynakları daha verimli ve etkili kullanmayı baz alan bir yaklaşım. Öte yandan, var olan atıkları da sağlıklı yönetmek, onları işleyerek tekrar değer zincirine dahil etmeye yönelik adımlar da attık. 2022 yılında hayata girecek zorunlu depozito uygulaması, plastik poşetlerin ücreti mukabilinde satılması, bisiklet yollarının yaygınlaşması gibi temel uygulamaların arkasında bu düşünce var.
Bu yüzden, gelin, yarınlarımız için hep birlikte sıfır atık hareketine destek verelim. Birer sıfır atık neferi olalım. Sıfır atık temelli yaşama kapı aralayalım.