Kentsel dönüşüm, sosyal donatı alanlarını, yeşil alanların çoğaltılmasını ve altyapı problemlerini göz ardı ederek sadece çürük binaları yıkıp yenilerini inşa edilerek yapılacak olursa adı “Bina Dönüşümü” olur. Bina dönüşümü yapılırken kentsel dönüşümü de ihmal etmemek gerekir. Yani şehrin yüksek estetik, daha yeşil, yaşanabilir bir metropol haline dönüşümünün de önü açılmış olacaktır…
Ünlü şairimiz Yahya Kemal’in milletvekili olarak bulunduğu 1936’da meclis notlarında 900 bin nüfuslu İstanbul’daki yeşil alan oranının yüzde 25.4 olarak yazıldığı, yani İstanbul’un her 4 metrekaresinden 1 metrekaresinin yeşil alan olduğu çarpıcı bir şekilde ortaya çıkıyor.
1994 yılına geldiğimizde, dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan zamanında nüfusun 6 milyona çıktığı ve yine aynı bölgede yeşil alan oranının ise yüzde 1.5’a düştüğünü hayretle fark ediyoruz. Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nın yoğun ağaçlandırma faaliyetleri, hatta yurtdışından ağaç getirmeyle bile bu oran ancak yüzde 3’e çıkarılabilmiştir. İstanbul`da kalan yeşil alanların; tarihi sarayların bahçelerinde, mezarlıklarda ve askeri alanlarda ve otoban kenarlarındaki nadir boşluklarda görülebildiğini hayretle seyrediyoruz.
YEŞİL HİSSEDİLMİYOR
2012 İstanbul Çevre ve Şehircilik Raporu’na göre, İstanbul’da kişi başına düşen kentsel yeşil alan büyüklüğü 6.05 metrekare. Bu değerin imar planı yapılması ve değişikliklerine ait esaslara dair yönetmelikte öngörülen 10 metrekarelik kişi standardına göre düşük kaldığını anlayabiliyoruz. Bu standarda ulaşılması için toplam yeşil alan miktarına 5 bin 509 kat büyüklüğünde kentsel yeşil alan ilave edilmesi gerekiyor.
Şu an geldiğimiz noktada İstanbul’un yüzde 50’si orman alanlarıyla kaplı, dünyada ormanı bu kadar çok metropol yok. Ancak bu orman alanları İstanbul’un kuzeyinde ve yaşam ise güneydeki Marmara kıyılarında olduğu için insanlar yeşilliği hissedemiyorlar. Yani Londra’da New York’da ve Münih’de olduğu gibi insanların işten çıktıktan sonra veya hafta sonları evlerinden çıkınca yürüyerek gidebilecekleri büyük park alanları maalesef yok. Bu durum şehrin sadece beton yığınlarından ibaret olduğu izlenimini veriyor. Şehrin içerisindeki kişi başına düşen yeşil alanları artırmak artık çok da kolay değil. Zira 15 milyon insanın yaşadığı şehrin canlı kısmında karşımıza binalar, kaldırımlar ve yollar çıkıyor. Ağaç dikilebilecek en ufak bir boşluk kalmamış durumda. Şehirdeki insanların nefes almalarını sağlayacak büyük park alanlarının oluşturulması teknik olarak mümkün görünmüyor. İmar planlarında yeşil alan olarak bırakılan yerlerin belli bir yıl geçtikten sonra imara açılması ve yapılaştırılması sonucu bu duruma geldik. Bu saatten sonra İstanbul’un daha yeşil bir şehir olması çok kolay gözükmüyor.
‘BİNA DÖNÜŞÜMÜ’
Elimizdeki yegâne seçenek kentsel dönüşüm planlamaları ve uygulamalarıdır. Kentsel dönüşüm, sosyal donatı alanlarını, yeşil alanların çoğaltılmasını ve altyapı problemlerini göz ardı ederek sadece çürük binaları yıkıp yenilerini inşa edilerek yapılacak olursa adı “Bina Dönüşümü” olur. Bina dönüşümü yapılırken kentsel dönüşümü de ihmal etmemek gerekir. Yani şehrin yüksek estetik, daha yeşil, yaşanabilir bir metropol haline dönüşümünün de önü açılmış olacaktır.
TOPRAK BULAMIYORUZ
1940’lı yıllarda ülkemizde sanki hiç şehir plancı yokmuş gibi Fransa’dan ithal ettiğimiz ve şehrin planlarını emanet ettiğimiz Henry Prost gibilerin şehri katleden çevre düzeni planlarıyla başladığımız büyük hataları tekrarlamamız gerekiyor. Henry Prost’un en önemli icraatları, Osmanlı döneminde mesire alanı olarak kullanılan Altın Boynuz Haliç ve etrafını sanayiye açmak oldu ve sanayinin tüm atıkları Haliç’e boşaltıldı. Unkapanı Köprüsü’nden Yenikapı’ya olan hattı açan Henry Prost, 50’ye yakın tarihi yapıyı yok etti ve biz buna göz yumduk.
Türkiye’nin en yoğun göç alan şehri olan İstanbul’da 1980’lerde de çok zengin bir yaşamı barındıran Küçükçekmece Gölü’nün etrafını yapılaşmaya açtık ve şu an Küçükçekmece Gölü’nün bir damla suyunu kullanamıyoruz. Yani İstanbul’u aslında kendimiz bu hale getirdik. İstanbul’un yeraltı suyu yüksekliği 1940’lı yıllarda 50 metrelerdeyken, şimdilerde 270 metrelere inmiş durumda. Bu şehrin üzerine düşen yağışın toprakla buluşma ihtimali hemen hemen yok gibi, yani yağış olduğu gibi akışa geçip denizle buluşuyor. Bu yüzden de her geçen gün yeraltı su seviyesi düşüyor.
İstanbul şehrinde bugün vücudumuzdaki elektriği atmak için bile ayağımızı üzerine basacak bir toprak parçası bulamıyoruz. Topak; insan eliyle inşa edilmiş asfalt, kaldırım ve beton yığını ve çirkin bir yapılaşmayla hapsedilmiş durumdadır.
En sevdiği suyla buluşmasına engel olduğumuz toprak bir gün gelir şahlanır ve kendisine yapılanların hesabını çok acımasızca sorar. O gün bizim için çok geç olur…