Zamanla teknolojik gelişmelerin sağlandığı gibi biz toplumlarda gelişim gösterdik. Önceleri avcılıkla geçinen insanlar zamanla tarıma yöneldi, motorun icadı ile de makineleşmeye yöneldik ve günümüz bilgi ve akıllı toplumuna ulaştık.
Olası zararların önlenmesi için de kurallar da aynı şekilde geliştirdik. Kimi zaman bir zarar ve risk öngörerek kurallar geliştiriyoruz. Kimi zaman da görülen zarar sonrası, bir daha aynı acıların yaşanmaması için kurallar geliştiriyoruz.
Araçların artması ve kazaların oluşması üzerine trafik kurallarının hayatımıza girmesi veya araç içerisindeki güvenlik önlemlerini bu kapsamda örnek olarak sunabiliriz. Bütün bunlar daha güvenli, sağlıklı ve konforlu bir yaşam sürmemizin de anahtarı esasında.
Bu konuda ilerleme kaydedilen alanlardan biri de iş sağlığı ve güvenliği oldu. Tarih boyunca madencilik faaliyetleri başta olmak üzere çalışanların sağlığı için çalışma süresi, çalışma ortamı, kullanması gereken ekipmanlar vs belirlenirken özellikle de 18.yüzyılın ikinci yarısı ile başlayan sanayi devrimi ile birlikte makinelerin hayatımıza girmesi, üretimin artması, rahat yaşam için işe gösterilen yoğun talep bunu zaruri kıldı.
Motorun İcadı ile Yeni Bir Süreç Başladı
18. yüzyılın ikinci yarısı ile hayatımıza giren ve sanayi devrimi olarak adlandırılan bu dönemlerde her ne kadar hayat kolaylaşmış olsa da, iş dünyasının tanıştığı makineler aynı şekilde çalışma hayatında birtakım zorluklara yol açmıştı.
Zira bu dönem öncesinde ana geçim kaynağı tarım idi. İnsanlar genelde bireysel olarak ürünlerini hasat eder, satar ve geçimini sağlardı. Ancak makinelerin hayatımıza girmesi yeni iş kolları gelişmiş, üretimde artış sağlanmış, çalışan sayısı ve zamanı artmış, bu durum da beraberinde birtakım riskler doğurmuştu.
Önceleri kırsalda yaşayan halk, iş bulma ve daha çok kazanarak rahat yaşam sürme ümidiyle makinelerle donatılan fabrikaların bulunduğu şehirlere büyük göç dalgaları başlatmış, bu durum sağlıksız koşullarda yaşamayı zorunlu kılmıştı. Ana ihtiyaç malzemelerinin yetersizliği bir yana, işe girmek için yapılan yarış, işverenlerin iştahını kabartmıştı. Zira onlar için öncelikli husus düşük maliyetli üretimdi. Bu noktada 4-6 yaşındaki çocuklar da dahil olmak üzere çok sayıda çalışan, gece gündüz demeden uzun saatlerce çok kötü koşullarda çalıştırılmış, tehlikeli olup olmadığı değerlendirilmeden, koruyucu ekipman ve güvenlik kurallarının olmadığı bir dünyada çalışmaya sevk edilmişlerdi.
Ancak, iş arayanların çok olması kötü çalışma şartlarını beraberinde getiriyordu. Çocuk işçi sayısındaki artış ile çalışma sürelerinin uzunluğu tehlikeye adeta davetiye çıkartıyordu.
İnsan hayatının hiçe sayıldığı o anlarda, özellikle de tehlikeli işlerde çalışanlarda genç yaşlardan itibaren ölümcül rahatsızlıklar, hastalıklar baş gösteriyordu. Cam fabrikalarında çalışan çoğu kişilerde körlük ve sağırlık, kibrit üretiminde çalışan genç kızların çenelerinde uzun süre fosfor dumanına maruz kalmalarından ötürü tıpta ancak 2003 yılında ‘‘bisfosfonat nekrozu”’ adıyla anılan ve çenelerde iyileşmeyen kemik rahatsızlıkları oluştu. Tüm bu yaşananlar birtakım önlemlerin alınmasını gerektirdi.
Yasal Düzenlemeler Hayata Geçiyor
Özellikle çocuk işçiliğinin yaygınlaşması üzerine toplumsal bazda sesler yükselmiş ve bu noktada ilk düzenlemelerin atılmasında öncü olmuştur.
Tarihsel açıdan ele aldığımızda yazılı kuralların sanayinin beşiği Britanya’dan çıktığını görüyoruz. 1800’lü yılların başında ilk olarak “Fabrika Yasası” çıkartılıyor. 20’den fazla çalışanı olan her fabrika ile 2-3 çırağı bulunan her tekstil atölyesini bağlayan bir Kanundu bu.
Kanun temel olarak; çalışma alanında yeterli havalandırıcı imkanların yer alması, çalışanlara uygun ve temiz kıyafet ile dinlenme alanının sağlanması ile çalışma sürelerinde (günlük mola süreleri hariç maksimum 12 saat) bazı kısıtlamaları içeriyordu.
30 yıl sonrasında ise Kanun revize edilerek 1833’te işyerlerinin denetlenmesinin önünü açtı. İlk olarak sadece 4 müfettiş vardı. Sorumlu oldukları tesis sayısı ise 3.000 civarında idi. Müfettişler fabrikalara girme, çalışanlara soru sorma hakkına sahiplerdi. Muhalifler tarafından eleştirilse de bu yöntem zamanla benimsendi.
1835’te ise yaşanan bir iş kazasında yaralanan bir çalışanın işverene açtığı tazminat davası ise işverenlerin kusurlu bulunduğu durumlarda tazminata mahkûm edilmesine yönelik düzenlemelerin yapılmasına dayanak oluşturdu.
Amerika’daki ilk adım ise 1880’de Makine Mühendisleri Derneğinin kurulması oldu. Standardizasyonları belirleyen bu ilk kuruluşun kurulma nedeni ise kara ve denizde sistem basınçları dolayısı ile oluşan patlamaların neden olduğu yıllık 50.000 can kaybına yol açan hadiseler olmuştu.
1900’lü yılların başında ise Amerika’daki bir fabrikada çalışan 16 yaşındaki bir çocuğun makinelerden birine kapılarak kolu ve bacağını kaybetmesi, fabrikanın herhangi bir tazminat dahi ödememesi çalışanların büyük tepki göstermelerine yol açarak bu konuda bir dönüm noktası oldu.
Avrupa ise Almanya’da 1883-1884’te Sosyal Güvenliğe dair yasal düzenleme ile tanıştı.
ILO’ya giden yol
Ülkeler bazında yaşanan bu süreçler, küresel çerçevede bir birliğin oluşumunu gerekli kılmış, bu düşünce ile birinci dünya savaşı sonrasındaki 1919 tarihli Versay Antlaşması ile Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) kurulmuştur.
İkinci dünya savaşının bittiği yılları takip eden yıllarda, 1946’da Birleşmiş Milletler çatısı altında faaliyet gösteren ILO’nun günümüzde 185 üyesi bulunuyor. Temel amacı ise çalışanların yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi için faaliyetlerde bulunmak olarak tanımlanmıştı.
Günde 6.000 can kaybı
Günümüzde mevzuatın bu denli gelişmesi, iş sağlığı ve güvenliğinin bu derece önemsenmesine rağmen hala, özellikle kötü çalışma koşulları başta olmak üzere, yaşanan birtakım ihmallerden dolayı milyonlarca iş kazası yaşanıyor.
ILO kayıtlarına göre yılda ortalama 300 milyonu aşan iş kazası meydana geliyor. Bu kazaların sonucunda aralarında çocuk ve kadınların da olduğu 2,3 milyonu aşan sayıda can kaybı yaşanıyor. Bu sayı aynı zamanda dünya genelinde her gün ortalama 6.300 civarında kaybın yaşandığını gösteriyor. Bu durum aynı zamanda her saatte 260, her dakikada ise 4-5 kişinin hayata gözlerini yumduğunu ifade ediyor.
Mali Kayıp da Cabası
Yaşanan kazananların bir de mali etkileri var. Çoğunlukla basit önlemlerle önlenebilecek bu kazalar sonucunda oluşan bakım masrafları, sigorta masrafları, tazminatlar veya faaliyetin durdurulması gibi etkiler dolayısı ile ekonomik manada da büyük etkiler oluşturuyor.
ABD Çalışma Departmanı değerlendirmelerine göre işyeri kazalarının işverenlere doğrudan mali etkisi haftalık en az 1 Milyar Dolar. Bu değere yeni personelin yetiştirilmesi, verimlilik kaybı gibi hususlar doğrudan olmayan etkiler de eklenince yıllık 100 Milyar Doları aşıyor. Ulusal Güvenlik Konseyi tarafından tüm bu etmenlerin ele alınarak değerlendirmeleri sonucunda ise ABD’de bu etki yıllık ortalama 170-180 Milyar Dolar seviyelerinde seyrediyor.
İngiltere’de 20-30 Milyar Sterlin, Almanya’da 25-30 Milyar Dolar, Avustralya’da ise 20-35 Milyar Dolar arasında değişiyor.
Türkiye’de İş Sağlığı ve Güvenliği
Ülkemizde çalışanların sağlıklı koşullarda iş görmelerine yönelik ilk düzenlemeler 1865’lerde yapılıyor. Zonguldak’taki madencilik faaliyetlerine dair yapılan bu düzenleme Dilaverpaşa Nizamnamesi olarak anılıyor.
Akabinde 1869 yılında Maadin Nizamnamesi geliştiriliyor. Bu Nizamname tüm madenlere kapsıyor. Düzenlemenin temel am acı ise çalışanların iş koşullarının düzeltilmesi ve çalışma süresinin yeniden düzenlenerek daha sağlıklı bir ortamda çalışmalarını temin etmek oluyor.
Cumhuriyet Dönemi ve sonrasında yaşanan endüstrileşme ile birlikte bu nizamnameler geliştirilerek Kanun hüviyetine kavuşuyorlar. Bu noktada 1930’larda İş Kanunu hazırlanıyor ve temel manada iş sağlığı ve güvenliği hususlarına yer veriliyor.
Aynı şekilde, sanayileşmenin artarak devam ettiği 1950,1960 ve 1970’lerde Kanun geliştirilerek ilgili alandaki hükümler zenginleştiriliyor.
Ancak, teknolojinin baş döndürücü gelişimi, sanayi kollarının giderek artış sağladığı 2000’li yıllarda, 2001 yılında yaşanan büyük ekonomik bunalımdan sonra başlayan yeni dönemdeki atılımlar, hemen her yöndeki gelişmelerden iş sağlığı ve güvenliği de nasipleniyor.
Özellikle de AB uyum hedefi gözetilerek yapılan düzenlemeler, günün şartlarına uygun hükümlere sahip Kanunlar, Tüzükler ve Yönetmelikler ile kendisini gösteriyor.
Güvenlik kuralları yine kan ile yazılıyor
Çalışanların temel hak ve hürriyetlerini yanında iş ortamının iyileştirilmesi, çalışma sürelerinin makul düzeye indirgenmesi, daha güvenli bir ortam sunulması adına atılan en büyük adım ise 2012 yılında gerçekleşiyor.
Bu dönemde İstanbul Esenyurt’ta bir AVM inşaatı sırasında orada çalışan işçilerin konakladıkları çadırda çıkan yangın sonrası 11 vatandaşımızı kaybettik. Bu durum bardağı taşıran damla oldu. Bir dönüm noktası oldu. Adeta 99 yılındaki yıkıcı Marmara Depremi sonrası başlayan depreme dayanıklı konut inşa süreci gibi. Hakeza, 2011’deki Van Depremi sonrasında Sayın Cumhurbaşkanımızın liderliğinde iktidarı kaybetme pahasına başlatılan kentsel dönüşüm seferberliği gibi.
Burada da öyle oldu. Bu üzücü hadise bir hayırla sonuçlanıyor. İş güvenliğine dair hükümler genellikle İş Kanunu içerisinde küçük bir bölüm olarak kendisine yer bulurken 2012 yılında tam manada bağımsız bir kanun hazırlanmasına vesile oluyor. 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu ülkemize kazandırılıyor. Evet, yeni ve kapsamlı güvenlik kuralları yazıldı yitip giden 11 canımızın kanı ile…
İş kazalarına bağlı can kayıplarında üst sıralardayız
Ne var ki mevzuatın geliştirilmesi tek başına yeterli olmuyor. AB standartlarındaki Mevzuat ile getirilen yükümlülüklerin ilgililerce yerine getirilmesi, bu konudaki uygulamaların da zaman zaman yerinde denetlenmesi gerekiyor.
Ülkemizde yılda ortalama 200-300 Bin dolaylarında iş kazası meydana geliyor. Bu kazalardan 1500 civarında vatandaşımızı kaybediyoruz ne yazık ki. Ayrıca iş günü kaybı, sigorta ve tazminat gibi giderlerden dolayı da yıllık bazda 30-40 Milyar TL ekonomik bir kayıp söz konusu…
Eurostat verilerine göre 2017 yılında AB’de toplamda gerçekleşen 3,3 milyon iş kazasında 3500 can kaybı yaşandı. İş kazalarının yaklaşık 878.000 tanesi Almanya’da gerçekleşirken can kaybı aynı ülkede sadece 430 olarak gerçekleşti.
Yine, SGK kayıtlarına göre özellikle 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’nun yürürlüğe girdiği 2013’ten bu yana iş kazalarında ve bu kazalara bağlı can kayıplarında bir artış görülüyor. Öyle ki 2013 yılında 190000 iş kazasından 1300 civarında can kaybının yaşandığı ülkemizde bu değer 2018 yılında 400.000’leri aşan sayıda kazaya çıkarken can kaybı sayısı da 1540’lara ulaşmış durumda. Hemen hemen her gün 4-5 kayıp veriyoruz anlamına geliyor bu. Bunların büyük kısmı ise çoğunlukla basit önlemlerle (güvenlik kemeri veya baret kullanımı gibi) önlenebilen inşaat kazalarından oluşması ayrıca üzüntü verici bir durum.
Ülkemizde Almanya’da yaşanan iş kazalarının hemen hemen yarısı kadar iş kazası görülmesine rağmen 3,5 kat daha fazla can kaybı yaşıyoruz. Ölüm oranı açısından ne yazık ki Avrupa’da üst sıralarda yer alıyoruz.
Dinmeyen Acı -Soma-
Dile kolay tam 301 can. 301 eve düşen ateş. Tarihimizdeki belki de en büyük iş kazası kaynaklı kayıpları yaşadık Soma’da. Ülke olarak o derece hissettik ki 3 gün ulusal yas ilan edildi. Spor müsabakaları o hafta tatil edildi. Bu kardeşliğimizin acıları paylaştığımızın bir göstergesiydi.
Soma’daki maden faciasının acısı henüz dinmemişken, 5 ay sonrasına bu sefer Karaman Ermenek’teki linyit kömürü madeninden gelen acı haberle sarsıldık. Kömür madenini su basmış ve 18 madenci içeride mahsur kalmıştı. Ekmek parası kazanmak için yerin yüzlerce metre altına girmiş ve şimdi akıbetlerinden haber alınamayan gencecik insanlar ve yukarıda eşini, babasını, evladını bekleyen kadınlar, çocuklar ve analar…
Acılara bir yenisi ekleniyor
Ve günümüze geliyoruz. Temmuz ayının başında Sakarya Hendek’ten gelen haber ülke olarak bizleri bir kez daha yasa boğdu. Hendek ilçesinde yer alan bir havai fişek üretim fabrikasındaki patlamada ne yazık ki 3 kayıp verdik.
Daha da üzücüsü ise patlama sonrası kalan havai fişeklerin imha edilmek üzere sevk edilirken yolda gerçekleşen patlamada ise kaybettiğimiz 3 askerimiz, 3 şehidimiz, 3 körpecik evladımız.
Önlemleri geliştiriyoruz, ancak yeterli gelmiyor. Zira, dünyada iş kolları genişliyor. Hemen hemen her gün yeni bir iş ile tanışıyoruz. Kimi zaman basit bir ihmal kimi zaman kurallara uymama, kimi zaman ise maliyet unsuru gözetilerek alelade alınan önlemlerin yetersizliği neden oluyor. Ancak olan kayıplara oluyor. Ateş düştüğü yeri yakıyor. Bundan hepimiz etkileniyoruz.
Hesap zamanı
Yaşanan tüm olayların hemen sonrasında facia bölgesine giden devlet büyüklerimiz gereken incelemeleri yapıyor ve yaraların sarılacağına, sorumlulardan hesap sorulacağına dair söz veriyorlar. Bir faciadan sonra yaraları sarmak çok zor değil ama iş sorumlulardan hesap sormaya gelince mevcut şartlarda bu pek de mümkün görünmüyor.
Bu tür faciaları analiz ederken incelenmesi gereken birkaç parametre var. Böyle bir facia ihtimalini önlemek için gereken tedbirler alınmış mı, facia meydana geldiği sırada ve faciadan sonra alınması gereken önlemler alınmış mı? İşletmeler bu üç aşamada üzerine düşen yükümlülükleri yerine getirmiş mi? Devletin denetim mekanizmaları denetim vazifesini gerektiği gibi ifa etmiş mi?
Her facianın ardından o facia üzerinden muhalefet argümanı üretmek, hükümeti suçlamak kolaycılıktır. Muhalefet partileri de bilir ki Türkiye’de bir işletmeyi mevcut şartlar altında istediğiniz kadar denetleyin işletmeci mutlaka kendisine açık bir kapı buluyor ve denetimin ardından tekrar eski tas eski hamam düsturuyla güvenlik maliyetlerini düşürmek için iş ve işçi güvenliğinden taviz veriyor. İşçi de tedbirlerdeki bu eksikliklere rağmen ekmek parasından mahrum kalmamak için sesini çıkaramıyor.
Her kazadan sonra o kazanın sorumluları hakkında işlem yapılıyor, fakat iş yargıya intikal ettiğinde işler bürokrasiye boğuluyor. Facianın ardından mevcut şartlarda mümkün olduğu halde herhangi bir suçüstü yapıldığını göremiyoruz, soruşturma ve yargı süreci sürüncemede kalıyor. Zaman geçiyor, facia unutuluyor, sorumlular da unutuluyor.
Bu ülkeyi yönetenlerin ve yönetmeyen aday muhalefet partilerinin, sivil toplum kuruluşlarının bir araya gelerek bu tip problemlere ortak bir çözüm bulması zorunludur. Gerekli yasa ve yönetmelikleri çıkarmak, düzenleme yapmak yeterli değil. Bunların uygulanması için de yaptırımların artırılması ve yaptırımların uygulanma süreçlerinin hızlandırılması şart.
Benzer facialar gelişmiş ülkelerde de yaşanıyor, fakat bazı istisnalar dışında bizdeki gibi sonuçlanmıyor. Aradaki fark ne?
Herkes Üstüne Düşeni Yapmalı
Hepimiz çevremizde rastlıyoruz. Başımıza gelen onca felakete, işçi kazalarına rağmen hala mahalle aralarındaki inşaatlarda işçiler başlarına kask takmadan çalışıyor. Denetimi yapan kamu görevlisi kapıdan çıkar çıkmaz işletme eski tas eski hamam devam ediyor. Güvenlik maliyetleri fazla geldiği için işveren, denetçinin gördüğü eksikleri tamamlamıyor. Tamamlasa bile denetimin olduğu gün vitrini şöyle bir düzenliyor, günü kurtarıyor. İşçi desen, o da işveren kapıdan çıktığında çok bunaldığı için kafasındaki kaskı çıkarıp tehlikeli şartlarda çalışmaya devam ediyor. Yani bizim ülkemizde işçi de işveren de “Bir şey olmaz abi” mantığıyla duyarsızca davranıyor. Oysa batı ülkelerinde işler “Ya bir şey olursa” mantığıyla yürüyor.
Esasında hepimizin bir sorumluluğu var. Kanun koyucu yasal düzenlemeleri yapmış, AB standartlarında mevzuatımız var. Ancak ölüm oranlarımız AB’nin kat be kat üzerinde. Demek ki yasalar tek başına yeterli olmuyor. Bir de bunlara uymak var.
Nasıl ki araçların karıştığı kazaların önlenmesi için trafik kurallarımız var. Hız limitlerimiz var. Kırmızı ışıklar var. Ki bunların hepsi can güvenliğimiz için. Yetmiyor araç içinde uymamız gereken kurallar var. Emniyet kemeri takmak gibi. Seyir esnasında cep telefonu gibi dikkat dağıtıcı durumlardan kaçınmak gibi. Araçların periyodik bakımlarını yaptırmak gibi….
Bir araç için dahi onlarca adımda uymamız gereken onlarca kural var. Bunlardan birini ihmal edersek çok ağır bedel ödemek durumunda kalabiliriz. Örneğin araç lastiklerimiz aşınmış, ancak muayeneden geçmek için ödünç lastik alıp muayeneden geçtiğimizde kazanç sağlamıyoruz. Aksine yıpranmış lastiklerimizle yola devam edersek kendimize zarar vermiş oluruz.
Aynen öyle de. Yasa koyucu sınırları, kuralları belirlemiş durumda. Denetimler de gerçekleştiriyor. Ancak denetimlerde göstermelik bir düzen sunar, kurallara aldırış etmezsek bedelini çok ağır bir şekilde ödemek durumunda kalıyoruz. Bunları yaşadık. Soma’da, Ermenek’te, Esenyurt’ta, Hendek’te.
Bunlar son olsun. Hepimiz üstümüze düşen sorumluluğu yerine getirelim. Polis yok diye kırmızı ışıkta geçmeyelim, radar yok diye hız limitlerini aşmayalım. Sürekli izleme ve denetim yok diye işyerlerimizde güvenlik kurallarını ihmal etmeyelim. Unutmayalım ki herkesin polisi kendi vicdanıdır.
Yine, Anayasamızın 56’ncı maddesinde belirtildiği üzere “Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi korumak devletin ve vatandaşın görevidir”. Bunu şiar edinelim. Her şeyi devletten beklemeyelim. Kolaycılığa kaçmayalım.
Tekrar tekrar belirtmek istiyorum ki ülkemizde her kazadan sonra devleti, hükümeti suçluyor, tek sorumlu olarak ülkeyi yönetenleri görüyoruz. Bu gerçekçi bir yaklaşım değil. Aksine istismarcı ve kolaycı bir yaklaşım. Bazılarında hükümet düşmanlığı öyle bir noktaya gelmiş ki facia olsa, şöyle onlarca insan ölse de hükümet devrilse diye ellerini ovuşturup vicdansızca ve sorumsuzca bekleyebiliyorlar. Bu ülkede Soma faciasından sonra “hükümete oy verdikleri için hak ettiler” diyen köşe yazarı bozuntularını da gördük ne yazık ki… Siz dev plazalarda elinizde kahve fincanı madenci üzerinden hükümete çakayım, puan toplayayım diye manşetinizi atarken ateş düştüğü yeri yakıyor, asıl acıyı o madenci ailesi yaşıyor. Kendi sorumluluklarımızı da unutmayalım. Yoksa bedel ödemeye, ağıtlar yakmaya devam ederiz.
Önlemek daha kolay ve az maliyetlidir
Unutmayalım, önlemek daha az maliyetlidir. Kaza olduktan sonra hem kazanın yol açtığı yıkımı giderecek, hem önceden almadığınız önlemleri alacak, hem de tazminat, sigorta ve bakım giderleri gibi maliyetlere katlanacaksınız.
Halbuki önceden önlem aldığınızdaki tek maliyetiniz önlemlere ödediğiniz bedel olur ki çok daha az etkiler sizi. Kaza sonrasında bir de can kaybı veya kalıcı yaralanma varsa bunun ceza hukukundaki karşılığını da ele aldığınızda önlem almanın çok daha akılcı olduğu görülecektir.
Büyük Türkiye Yolunda…
Ülke olarak hedeflerimiz var. 2023, 2053 ve 2071 hedeflerimiz var. 100 yaşına doğru giden, ekonomide ilk 10’u hedefleyen Büyük Türkiye hayaline emin adımlarla giden ülkemize yaşanan bu hadiseler ne yazık ki yakışmıyor. Herkes üstüne düşeni yapacak. Denetimlere göstermelik hazırlanmayacak. Raporlamalar göstermelik olmayacak. İnsan hayatından bahsediyoruz….
Önlemler süreklilik ister, bugün yaptım, sabah yaptım, artık yapmazsam olmaz düşüncesi ile hareket edilemez. Vicdan adalet bunu gerektirir. Bir çocuk daha baba yolu gözlemesin… Bir ana daha evlat yolu gözlemesin. Büyük devlet olmak bunu gerektirir. Herkes üstüne düşeni yapacak.
Denetimler de süreklilik ister. Kısacası, Hükümetinden kamu görevlisine, işvereninden işçisine kadar herkes başta güvenlik olmak üzere üzerine düşen yükümlülükleri hakkıyla yerine getirse bu tür problemlerin azalacağı, belki de tamamen ortadan kalkacağını söyleyebiliriz. Unutmayalım ki Dünyadaki bütün güvenlik kuralları Kanla yazılmıştır.
English: A common duty of all: Work safety rules, social reactions